Belçika (Merhaba Tenten)
Yurt dışı gezmek deyince aklıma ilk gelen dört arkadaş 2006 yılında İzmir’den Zürih’e yaptığımız karayolu yolculuğu gelir. İtalya’ya yerleşen arkadaşımız, Çeşme’den feribot bileti bulamayınca karayolu ile İtalya’ya tek başına dönecekti. Uzun yol tek başına çekilmez elbette. Üç kişi ona yol boyunca eşlik edelim istedik. Cumartesi akşamı verdiğimiz karardan sonra hazırlıklara başladık.
Önce -pasaportlarımız yeşil bile olsa- Yunanistan’dan transit vizesi almamız gerekiyordu. Pazartesi ilk iş olarak kurumumuzdan izinlerimizi aldık ve Yunanistan transit vize başvurumuzu yaptık. 2006 yılından bahsediyorum, cep telefonlarının internetin çok çok zayıf olduğu, yurt dışında değil internet kullanımının “Alo” diyebilmenin bile çok pahalı olduğu dönemler. Telefon uygulamalarında GPS uygulaması kullanamayız. Navigasyon cihazları ise çok pahalı. En pratik yol -şimdiye göre eski usul- harita ile güzergahı belirlemek. Yanımıza haritalarımızı aldık ama teknolojiyi kullanmasını her zaman severim, bir internet sitesinden yolla ilgili rotayı kaydedip, sayfa sayfa yazdırdık. Sonra konaklama yerlerini yine internet üzerinden -üstelik taksitle- rezervasyonlarınızı tamamladık. O gece oturup karar vermemizin üzerinden dokuz gün geçmişti. Pazartesi sabah erkenden dört arkadaş, ortalama üstü boylarımızla ve dört sırt çantamızla minik arabaya doluşup Selanik, Üsküp, Belgrad, Viyana, Budapeşte, Zürih yolculuğumuza başladık. Bu benim iş dışında yaptığım ilk yurtdışı gezisi deneyimimdi. (Hatta yurt dışına iş için bir defa çıkmıştım). Dijital fotoğraf makinem ile çekimler yapınca çabuk dolan hafıza kartı problemini ilk defa orada deneyimledim ve aldığım o pahalı hafıza kartını bu nedenle hala saklıyorum. Sadece hafıza kartı değil, hazırladığım dosya bile dolabımda duruyor.
Sonraki yıllarda gerek çekimler gerekse eşim -Ayşegül- ve oğlum -Arda- ile yurtdışı gezileri yapmaya devam ettik. Artık Arda bize eşlik etmiyor ama Ayşegül’le bir ikili olarak devam ediyoruz.
Herkes yurtdışı seyahatlerimizi ne güzel olduğunu söylüyor ama öncelikle pahalı olduğunu düşünüyor. Özellikle paramızın değerini düşününce… Kendinizi kurtaracak kadar “İngilizce konuşmak ve anlamak” işleri çok kolaylaştırıyor ama İngilizce her yerde anlaşmak için yeterli olmayabilir. Eksik bir dalı diğer bir dalla tamamlayabilirsiniz. İngilizce derdimi anlatabiliyor ve anlayabiliyorum. Ama İngilizce yetmezse teknolojiyi daha iyi kullanıyorum. Mesela bir restoranın menüsü İngilizce dışında sadece kendi dilinde olabiliyor. Kolayı, Google Translate veya İOS çeviri. Bu telefon uygulamaları ile çekimler için gittiğimiz Macaristan’da çok rahat siparişler vermiştik. Tüm çekim ekibi artık elinde telefon ile menüyü okuyordu. Tüm ekip arkadaşlarım bana çok basit gelen bir çözümü onlara paylaşınca çok memnun kalmış bana çok teşekkür etmişlerdi.
Çoğu arkadaşımız bu tür gezileri bir tur şirketinden hazır organizasyon satın almadan yapamayacağını düşünüyor. İlk ve en büyük neden maddi olsa da, diğeri yabancı dil bilmek ve geziyi planlamak konusunda tereddütlerinin olması. Tabii vize başka bir sorun. Eğer maddi olarak ve vize olarak hazırsanız, kendi kendinize bağımsız olarak yapacağınız tatil oluyor. Kimse sizi yönlendirmeden kendi kendinize araştırmak, keşfetmek, planlamak ve uygulamak daha iyi olmaz mı? Maddi olarak elimden bir şey elbette gelmez ama küçük ipuçları vermek ve planlama açısından bildiklerimi Belçika seyahatimizin aşamalarını anlatarak paylaşmak istedim.
Yer ve zaman
Yurt dışı gezi planlamasının en büyük masraf ayağı uçak ve konaklama. İnternette uçak bileti için onlarca site ile karşılaşacaksınız. Bu siteler size anlaşmalı oldukları uçak şirketlerinin biletlerini öncelikle yansıtır. Bu nedenle farklı kaynaklardan arama yapmak daha çok seçenek sunuyor. En önemlisi uçak biletleri için bagaj ve check-in detayları. Özellikle bagaj detay bilgileri önemlidir. Özellikle yabancı kaynaklı internet siteleri bilet ücretlerini bir seferde alır. Bazı yerli internet siteleri vade farkı ile taksit yapıyor. Tarih aralıklarını değiştirerek ararsanız büyük (olumlu-olumsuz) fiyat farklarını görebilirsiniz. Tatil için tarih aralıklarını kendinize göre değil de uçak biletlerine göre planlamak gerekebilir.
Belçika gidilecek ülkeler listemizdeydi. Mayıs ayı ortasında arama yaparken hiç ummadığım bir şekilde Haziran son hafta için uçak biletleri çok uygun olduğunu gördüm . Başka tarihler ve yerler bakarken üstelik bayram tatiline gelen Belçika bize sürpriz oldu. Temmuz Ayından neredeyse Ekim ayına kadar bu kadar uygun gidiş-dönüş uçak bileti yoktu. Belçika için Brüksel, Antwerp, Gent ve Brugge olarak dört yer belirledik. Hava durumu sıcak olabilecek gibi öngördüğümüz için 8er kiloluk iki el bagajı ve standart (3 kg) el/sırt çantası yeterli olacaktı. Uçak bileti de ekonomik olmuştu.
Bazı havayollarını check-in işlemleri için ücret talep edebiliyor. Uçuştan belli süre önce check-in işlemini kendiniz yapıyorsunuz. Yanınıza rezervasyon numaranızı ve pasaportunuzu alıp check-in işlemini kendiniz cep telefonunuzdan veya bilgisayardan kolayca tamamlayın. İşlem sonunda biniş kartınızı cep telefonunuza indirmeniz gerekir veya bilgisayarınıza yönlendirip yazdırabilirsiniz. Bagajınızda sıvı veya el bagajında uçak kabinine alınmasında sakıncalı maddeler varsa, önceden check-in olduğu için ayrı bir desk den valizi bagaja teslim edebilirsiniz.
Neden bilmem Türkiye'deki havalimanlarında yeme-içme veya hediyelik satılan ne varsa son derece astronomik rakamlar olduğu için, eğer alanda uzun zaman geçireceksiniz yanınızda önceden su ve yiyecek bulundurmanız faydalı olacaktır. (Haziran 2023 itibarıyla bir su 40 TL. Su otomatlarında 30 TL. Diğerlerini siz tahmin edin)
Konaklama
Otel seçimlerimi “booking.com” , “hotels.com”, “trivago.com”,”tatil.com” sitelerinden yapıyorum. Karar verdiğim oteli bazen yerli internet sitelerinden taksitli satın alabiliyorum. ”booking.com” üzerinden yapmak çok pratik ve kullanışlı geliyor. Belli bir rezervasyon sayısına ulaştığınızda üyeliğinizin statüsü de artıyor. Statü artışının size belli otellerde indirim, ücretsiz bir üst sınıf odaya atama veya ücretsiz kahvaltı gibi avantajları oluyor. Her keseye uygun şehrin istediğiniz bölgesinde konaklamanız için zengin bir otel seçeneği var. Aynı otel için anında rezervasyon veya otele girişte rezervasyon veya iptal seçeneklerini iyi karşılaştırmak ve incelemek gerek. Dezavantajı, rezervasyonları kredi kartından bir defa da alması. Eğer kesin karalıysanız, varmadan aylar önce otelinizi ödemiş de oluyorsunuz başka bir bakış açısı ile düşündüğünüz zaman. Birden fazla yer gezeceğimiz ve tren kullanacağımız için tren istasyonuna yürüme mesafesinde bir otel bulmak bize daha rahat geliyor. Şehir merkezlerine de tramvay-metro veya otobüs ile ulaşım sağlayacaksınız, tren istasyonu yakını iyi bir seçenek. Seçtiğim otelin lokasyonu konusunda veya temizliği, sessizliği, fiyatı ve toplu taşıma kullanmadan ulaşım benim için önemli kriterler. Tüm bu kriterler için yorumları okumanızda fayda oluyor. (ve tatiliniz sonrası diğer gezginlere fikir vermek için siz de yorumlarda bulunmayı unutmayın) Ben harita uygulamaları üzerinde otelin yerini bulmayı ve çevresini gitmeden önce keşfetmeyi seviyorum. Şehre yakın ama toplu taşıma ile merkeze ulaşılacak bir mesafe ise zorunlu olmadıkça pek tercih etmiyorum. Bu tür oteller fiyat olarak daha uygun olabiliyor o zaman tek bir tramvay-otobüs vb. durağına çok yakın olmasına dikkat ediyorum.
Uçak biletimizi aldıktan sonra uçak varış saatine göre kalacağımız yerleri planlamaya başladım. Akşam 19.00 – 20.00 arası uçaktan Brüksel’e inecektik.
Bazı zamanlarda ki bu tatil sezonu olsun olmasın fark etmiyor havaalanlarında pasaport kontrol kuyrukları çok uzun oluyor ve uzun zaman alabiliyor. Sıra size geldiğinde kontrol memuru size “geliş amacınızı, ne zaman dönüş yapacağınızı, nerede konaklayacağınızı vb.” sorar. Orada bunları yanıtlamak için cep telefonundan rezervasyonları bulmaya çalışanlar, başkalarından yardım isteyenleri hep görüyorum. Bunlar da oldukça zaman aldığı için kuyruklar uzuyor. İngilizce bilmeniz değil belgeleri göstermesini bilmek gerekiyor. Çünkü cevabı bile verseniz sizden belge isteyebiliyor. Önceden dönüş uçak biletlerinizin ve konaklayacağınız yerlerdeki rezervasyon onayların yazıcıdan çıktısı alın. Elinizde hazır tutun ve hemen memura verdiğiniz anda işiniz hızlanır ve kolaylaşır.
Pasaport işlemleri eğer kalabalık olursa 1 saat -hatta fazlası- beklediğimiz olmuştu. O yüzden alandan çıkışa 1-1.5 saat desek oradan Brüksel merkez tren ile 25 dakika kadar sürüyor. Yani otele varış sonrası basit bir atıştırma için yakın bir çevre gezisi yeterli olacak ama merkezi göremeyeceğiz. Buna göre İlk akşam Brüksel sonra 2 gece daha olmak üzere 3 gece Brüksel 1 gece Antwerp 1 gece Gent ve 2 gece Brugge bizim için ideal olacaktı.
Brüksel
Brüksel havaalanından şehre gitmek için tren ve otobüs seçeneğiniz var. Tren 10,25 Euro. Otobüs için internetteki pek çok kaynak 3-3,5 euro diye yazıyordu. Bu nedenle otobüs ile gitmeyi tercih edecektim (ama gitmeden önce yerel ulaşım sitesine baktığımda havaalanı için tarifenin 7 Euro olduğunu farkettim.) Alana indiğimizde kısa bir pasaport sırası ve hızlı bir pasaport kontrolü (bu sefer soru bile sormadılar, gülümseyip “hoşgeldiniz” dedi görevli memur) sonrası bagaj alım alanında bizden önce eğlenceye başlamışlar iki küçük valizimizin eğlencesini böldükten sonra cep telefonuna baktım.
Yeri gelmişken, cep telefonu tarifem yurtdışını bir hafta süre ile internet kullanımı ve görüşmelerimi aynı Türkiye'deki gibi şartlarda sağlıyor. Yurtdışı paketleri özellikle internet kullanım paketleri evet çok pahalı. Yurt dışında özellikle yapacağınız internet kullanımına dikkat edin! Sözleşmeniz yoksa çok çok pahalı. Eğer paket kullanmak istemezseniz, havaalanı ve tren istasyonu gibi yerlerde veya şehir merkezlerindeki meydanlarda veya kafe ve restoranlarda ücretsiz Wi-Fi hizmetlerinden yararlanabilirsiniz. Bu hizmet genellikle süre sınırlı oluyor, buna dikkat edin. Çevrimdışı uygulamalar ile telefonunuzda internet açık olmadan istediğiniz adrese gidebilirsiniz. En kullanışlı olan, “Google Haritalar”. Kendi adıma konuşuyorum, bana kalırsa yurt dışında cep telefonu artık bir lüks değil, bir ihtiyaç. Bu nedenle masraf kalemi olarak bunu değerlendirmek zorundasınız. En azından seyahatin başladığı gün -olumlu veya olumsuz durumlar için- lojistik açıdan yurt dışı görüşme ve internet paketi almanızda fayda olacaktır. (Son bir cep telefonu bilgisi: Siz yurtdışındayken, yurt içinde kullandığınız cep telefonu numarasından, Türkiye'den arayanlar için ekstra bir ücretlendirme yoktur.)
Otobüs akşam trafiği ile yaklaşık 45 dakika ve 15 dakika yürüyüş sürüyor. Kişi başı 7 Euro. Tren 27 dakika ve 15 dakika yürüyüş. Biz treni tercih ettik. Tren bileti için otomatlar var. Sadece kredi kartı veya bozuk metal para kabul ediyor. Otomatlar maalesef nakit kağıt para kabul etmiyor. Ancak bir gişe var ve gişe memurundan satın alırsanız. orada nakit kabul ediliyor. Tabelalar zaten sizi yönlendiriyor.
Trenin kalktığı platforma geldiğimiz zaman biraz tereddüt yaşamadık değil. Her ne kadar bize söylenen ve platforma ulaşmış olsak bile yine tereddüt etmiyor değildik. Trenimiz geldi. 2.sınıf bilet aldık ama vagonlarda 1.- 2. sınıf yazısını ayırt etmek zor. Bilet kontrolünde eğer yanlış sınıfta olduğunuz fark edilirse kontrol memuru sizi nazikçe uyarıp ait olduğunuz sınıfa da gönderebilir, ceza da kesebilir. (Bilet kontrol memurunu da her zaman göremezsiniz) 2.sınıf olduğuna emin olduğumuz vagona geçtik.
20-25 dakika süren yolculuğun 3. durağı “Brussel- Zuid/Midi” istasyonunda indikten sonra kısa bir çevre gözlemi yaptık. 3 gün sonra buraya gelip Antwerp’e gideceğimiz için gişe ve otomatların yerlerini tespit ettik. İstasyon dışına çıkınca “Google Earth” uygulamasından çevreyi hatırladım. Otelimiz ”Saint-Gilles” bölgesinde. Otele doğru tatlı bir havada 15-20 dakika kadar çevreye bakınarak yürüdük
Medeniyet seviyesi kaldırım yüksekliği ile ters orantılı derler. 2 valizi de tekerlekleri üzerinde sürüklerken zorlandığımı hatırlamıyorum. Zaman zaman parke yol olduğunda bile…
Otel rezervasyonları internet sitesi üzerinden ön ödemeli veya otele varıştan sonra ödemeli olarak yapabilirsiniz. Dikkat etmeniz gereken eğer ön ödemeli yaptığınız kredi kartınızın yanınızda olması. Otel, önceden ödeme yapmış olsanız bile bazen girişlerde bir miktar meblağ kartınızdan Euro olarak bloke edebilir. Otelden ayrıldığınızda ekstra bir harcama yoksa bloke kartınıza iade edilir. (Bu bloke kartınızda harcama değil “bekleyen işlemler “olarak görünüyor. Bankadan bankaya değişse bile 1-2 gün ile bir hafta arasında bloke kalkıyor) Eğer otele varışta ödeme seçtiyseniz, çoğunlukla otele ilk girişte tüm meblağ sizden alınır.
Haziran ayı için güzel bir hava, hele İzmir’in sıcağından sonra. Üstelik güneş saat 22.00’de batıyor. Belçika’nın meşhur tatlarına bakmak için sabırsızlanıyoruz. Saat 22 ye geliyor ama “Parv. de Saint-Gilles” caddesinin bir kısmı yaya yolu olarak ayrılmış. Bizim gibi turistler özellikle 20li yaşlardaki gençler sanki çoğunlukta. Cadde sağlı-sollu yiyecek-içecek dükkânlar var. Seçenekleriniz çok.
Güzel bir sabaha uyanıyoruz. Kahvaltı konaklamaya dahil değil. Brüksel’in merkezine yapacağımız gezi’ye “Palais de Justice” yani Adalet Sarayı’ndan başlıyoruz. Saray’ın bulunduğu Grande Roue Place Poelart’a yürüyerek 10 dakikada ulaşıyoruz.
Bugün şansımıza bir koşu var. Koşucular kadın-çocuk-erkek her yaştan. Onların geçeceği yolların sokakları kesen bölümlerinde ellerinde flamalar ile araç ve yaya trafiğini idare eden –gönüllüler olduğunu düşündüğümüz- güler yüzlü görevliler zaman zaman arabaları da durdurup bize de yol gösteriyor. Adalet sarayı şehri yukarıdan gören bir konumda. Şehri yukarıdan görmek için her ne kadar önümüzdeki binalar biraz engel bile olsa az çok fikir veriyor. Biraz çevreyi yukarıdan gördükten sonra Brüksel Kraliyet Sarayı’na doğru yürüyoruz. Yakınlarda bir yandan kruvasan ve kahve için seçenek bakarken bir yandan çevreyi keşfediyoruz. “Sablon” bölgesi antikacıları ile meşhurmuş. Günlerden pazar ve elbette tüm dükkanlar kapalı. Zaten antika merakımız da yok ama antikacı vitrinlerinde ilginç eşyalar bizim de ilgimizi çekiyor
“Place Du Grand Sablon” da 20-25 kadar 2. el satan küçük tezgahlar var.
Tatlıları sevmem, tuzlular tercihimdir ama kahvaltı için girdiğimiz kafenin tezgâhı benim bile iştahımı açıyor. Ayşegül için ise bir cennet.
Tatlı ve sade kruvasan çeşitlerimiz ve kahvemiz ile güzel bir kahvaltı ile enerji alıp ilk olarak Gotik tarzda olan “Eglise Notre-Dame des Victories au Sablon” kilisesini geziyoruz.
Gezmek için kilise, sinagog veya cami gibi illa kutsal olan mekanları seçmiyoruz. Eğer mimari ve sanatsal açıdan bizce estetik gelen neresi varsa ayırt etmeden gezip görmek istiyoruz. Bu tür mekanların süslemeleri, vitrayları, heykelleri vb. ilgimizi çekiyor.
Place De La Concorde meydanında bulunan kiliseden, “Place Royale Bruxelles Statue de Godefroy de Bouillon” eskiden Brüksel ana pazarına ve eski sarayına ev sahipliği yapan, Barnabe Guimard tarafından tasarlanan, büyük meydana geliyoruz.
“Godfrey of Bouilon” heykelinin arkasındaki büyük katedral ve müzeleri dışarıdan görüyoruz. Müzeleri ve kapalı mekanları gezmek için havanın tatsız olduğu zamanları tercih ediyoruz.
Koşucular zaman zaman sağımızdan solumuzdan bizi geçiyor. Onların koşmalarına inat biz yürümeye devam. Parc de Bruxelles’e kadar yürüyoruz. Çevreyi izlerken bisikletleri ile çocuklarını parka gezmeye getirenleri izliyoruz. Ağaçların altında yürüyerek bir süre güneşten korunuyoruz.
Basit bir parkın ne özelliği olabilir diye düşünebilirsiniz. İzmir’de evimiz Susuzdede Park’ına bakıyor. Bizim parkımız ile ister istemez karşılaştırıyoruz tabii. Bu tarihi Park’ın bakımlı ve temiz halini kıskanıyoruz. Birbirimizi tatildeyiz moralimizi bozmayalım diye uyarıp tabana kuvvet “Jardin Du Mont Des Arts“a varıyoruz. Havanın 31 derece olması normal mi? Gelmeden önce özellikle 1 hafta kala hava durumunu daha sık takip ediyoruz, bekliyorduk bu sıcağı… Mola zamanı. Soğuk içeceklerimiz ile serinlemeye çalışırken bahçeyi ve arkasında şehir siluetine bakıp gideceğimiz rotaya bakıyoruz. Bir kez daha telefonun harita uygulamasından kendimiz güncelliyoruz. Benim yön bulma duygum, oryantasyonum iyidir. Ayşegül ise nerede ne yenir, nerelerde, ne gizli köşeler var konularında iyidir. O mekanları bana söyledikçe ben de rotayı hazırlıyorum gezmek istediğimiz
Ayşegül’ün sanat tarihine merakı var. O yüzden müzeleri gezmek istiyor. Eğer müze gezersek uzun zaman ayırmamız gerektiğinin farkında. Etrafımızda müzeler var ama bugünü daha çok çevreye ayırdık. Müzeleri sindire sindire gezmek için zaman ayır(a)madık bu seyahatimizde.
Basit bir parkın ne özelliği olabilir diye düşünebilirsiniz. İzmir’de evimiz Susuzdede Park’ına bakıyor. Bizim parkımız ile ister istemez karşılaştırıyoruz tabii. Bu tarihi Park’ın bakımlı ve temiz halini kıskanıyoruz. Birbirimizi tatildeyiz moralimizi bozmayalım diye uyarıp tabana kuvvet “Jardin Du Mont Des Arts“a varıyoruz. Havanın 31 derece olması normal mi? Gelmeden önce özellikle 1 hafta kala hava durumunu daha sık takip ediyoruz, bekliyorduk bu sıcağı… Mola zamanı. Soğuk içeceklerimiz ile serinlemeye çalışırken bahçeyi ve arkasında şehir siluetine bakıp gideceğimiz rotaya bakıyoruz. Bir kez daha telefonun harita uygulamasından kendimiz güncelliyoruz. Benim yön bulma duygum, oryantasyonum iyidir. Ayşegül ise nerede ne yenir, nerelerde, ne gizli köşeler var konularında iyidir. O mekanları bana söyledikçe ben de rotayı hazırlıyorum gezmek istediğimiz.
Ayşegül’ün sanat tarihine merakı var. O yüzden müzeleri gezmek istiyor. Eğer müze gezersek uzun zaman ayırmamız gerektiğinin farkında. Etrafımızda müzeler var ama bugünü daha çok çevreye ayırdık. Müzeleri sindire sindire gezmek için zaman ayır(a)madık bu seyahatimizde.
Saint Hubert Kraliyet galerileri şimdiki durağımız. Ancak bu pasaja Place Agora Marche Aux Herbes meydanından değil arka tarafından giriyoruz sonra. Mümkün olduğunca “bir gezgin geçtiği yoldan bir daha geçmez” deyip bazen yolu uzatıyoruz.
Bu kapalı pasaj içerisinde turistik ama biraz daha kaliteli yerler de var, turistik olmayan ve yerel kaliteli mağazalar da var. Sıradan turistik mekanların dışında bir havası var. Cam tavandan gelen yumuşak ışık mimari detayları ortaya çıkarıyor. Fakat bu estetik yapı içerisinde bir anda dikkatimiz dağılıyor. Ayşegül “Tamam da, benim de canım waffle çekiyor” diyor.
Artık meşhur waffle’ın tadına bakma zamanı. Üstelik tatlı değil, tuzlu waffle ile bir öğle yemeği… (fiyatlar 4-5 euro civarı)
Yemek sonrası algıda seçicilik olsa gerek bir televizyon ekibi hemen dikkatimi çekiyor. Acaba hangi kamera? Bizim eski sachtler tripotlardan mı o? Bu tarz soruları hemen aklımdan çıkarıp tatile odaklanmak için oradan ayrılıyoruz.
Neredeyse her sokağa girip çıkıyoruz. Bira tadım yerleri, waffle mekanları hediyelik eşya ve çikolata mağazaları ile kalabalıklaşan caddeler sokakları geçip nihayetinde şehrin meydanı “Grand Place”ye ulaşıyoruz.
2016 yılında çekim için Brüksel’e gelmiştim ve bu meydanda da çekimler yapmıştım. Dikkatimi çekime verdiğim için ve Avrupa’daki gördüğüm bir çok meydan aşağı yukarı birbirine benzer olduğu için pek aklımda bir şey kalmamış. Bu kez çerçeve kaygısı olmadan sindire sindire izliyorum her yeri hem vizörün arkasından bakmadan.
Artık meydandan sonra meşhuur “Manneken Pis” yani “İşeyen Çocuk” heykelini görmeye geldi sıra. 60 cm boyu ile bu heykel, tam biz pazarlama objesi. Bir çok defa çalınan heykelin aslı müzede ama kopyası her gün o küçük köşede üzerinde değişik kıyafetler giydirilerek sergileniyor. Biz gittiğimiz gün Hırvatistan milli kıyafetleri ile sergileniyordu. İşeyen Çocuk heykelinin hikayesini siz de kendi Brüksel ziyaretinizde araştırabilirsiniz. Heykelin her gün değişen kıyafet takvimi için internet sitesinden takip edebilirsiniz.
https://www.mannekenpis.brussels/wp-content/uploads/2023/05/Valves_MP_juin23.pdf ayrıca https://www.evrensel.net/haber/394586/manneken-pis-iseyen-cocuk-heykeli-nerede-ne-zaman-yapildi-nasil-sembol-oldu internet sitesinden bilgiler edinebilirsiniz.
Küçücük bir heykel nasıl oluyor her gün binlerce kişinin meraklı bakışları altında ziyaret ediliyor ve neden bizim ülkemizde böyle bir tanıtım yapamıyoruz sorularını tatil sonrasına bırakıp yeniden kalabalığa karışıyoruz.
Hava alışık olduğumuz biyolojik saatimizde kararmadığı için zamanı pek kestiremiyoruz ama yorulan ayaklarımız, bize otele dönmemizi söylüyor. Saat 21:30 olmuş ama daha dönüş yol bir hayli uzun. Otelden baya uzaklaştık ama toplu taşıma kullanmayı yine düşünmüyoruz. Bunun olabileceğini düşünerek bu akşam için, sabahtan birkaç kafe-restoran belirlemiştik.
Dönüş yolunda belirlediğimiz restoranlardan birine oturduk. Oturduğumuz anda yorgunluk çöktü, zar zor yemeği bitirdik. Artık son bir gayretle otele doğru 15 dakika daha yürüdük.
Salı sabahı Ayşegül’ün keşif noktalarından bir yere gidip kahvaltımız yapacaktık ama yolumuz üzerinde başka bir kafe bizi çağırdı, kıramadık.
Alışveriş caddesinden Avrupa Birliği Parlamentosu’na gitmeyi hedeflemiştik. Sert esen rüzgar biraz havayı serinletiyordu. Ben çekimlerdeyken her fotoğrafımda sırt çantam görünür. Görenler sorar hep, ne var içinde diye. Zaten herkesin aklına Levent Kırca’nın “tam teçhizatlı kameraman Cevat Kelle” esprisi gelir. Galiba artık alışkanlık olsa gerek sırt çantamda mevsimine göre yedek kıyafetler, yağmurluk, kitaplar, broşürler, kolonyalı mendiller, basit sağlık eşyaları, cep telefonu şarjı, powerbank, su şişeleri ve atıştırmalık kuru meyve vb. bir sürü gerekli gereksiz dolu çantam yine işe yaradı. Yedek gömlek imdada yetişti. (sonraki günler daha serin olacak bazen yedek ince poları da giymek zorunda kalacaktım) havanın kararı belli değil ki bir esiyor serin serin bir duruyor buram buram sıcak. Avrupa Birliği Parlamento yerleşkesine de daha önce gelmiş çekimler yapmıştım. Çekim olacağı için izinler almış yanımızda bize eşlik eden görevliler ile gezmiştik.
Şimdi sıradan vatandaş olarak geliyordum. Acaba yerleşkeye girebilir miydik? Yine aklıma canım ülkem geliyordu. Bırakın resmi yerleri gezmeyi bir AVM’ye girmek için bile geçtiğimiz güvenlik görevlileri ve kapılar. Tedirgin eden bakışların sizi izlediğini bildiğiniz için içten içe sebepsiz yere huzursuzlandığınız durumlar… Şimdi Avrupa Birliği Parlamentosu’nun binasından içeri değil elbette ama yerleşkesine giriyorduk elimizi kolumuzu sallaya sallaya. Tüm çevreyi tedirginlik hissetmeden dolaştık.
Bu konuda söylenecek onca şeyi aklımıza getirmemek elde mi? Arada Ayşegül’le hayıflanıyoruz birbirimize sonra daha fazla üzülmemek için tatil havasına girip bu fikirleri uzaklaştırıyoruz.
İkinci gün hala merkeze yakın noktalar ve çevresinde gezecek yerler var listemizde. Bir de tüm maceralarını okuduğum Tenten'in mağazası.
Çizgi roman merakı olanlar için Belçika başka bir güzeldir. Daha önceki gelişimde, Arda da küçük olduğu için Asteriks mağazasına uğramış birkaç şey almıştım. Asteriks mağazası rotamız dışına almıştık. Başka bir simgesel yapı Atomium’a da gitmeyecektik. Biraz uzaktı. Ben zaten görmüştüm ve eşim de pek hevesli değildi. Vaktimizi yürüyerek gezerek değerlendirmek istedik. Gezeceğimiz yerde görülecek yerlerin yanı sıra turistlerin pek uğramadığı, yolundan geçmediği ara sokaklarda kaybolmak şehrin bambaşka yerlerini görmek, biraz daha oranın halkının günlük yaşadığı yerlerin havasını solumayı seviyoruz.
Bir evden çıkan biri, okula giden çocuklar ve size bakışları, markette pazarda çarşıda alışveriş yapanlar, kıyıda köşede kalmış kafeler… Bazı binaların cephelerinde çizilmiş resimleri keşfederek, yerel birkaç lezzeti daha tadarak günü bitirdik
3. günün sabahı otelden ayrılış yaptık. Otelden ayrılırken çıkış işleminiz sırasında eğer otel kredi kartınızdan bir miktar bloke etmiş ise, bunu görevliye hatırlatmayı unutmayın. (Bu miktar değişiyor ama 100 Euro’yu geçtiğini görmedim) .
Tren istasyonuna yürüyecektik yine. Otelimizin en yakınında olan “Porte De Hal” adlı 14. YY’dan kalma Brüksel’in tarihini anlatan müzeyi ilk gün gezme planımız varken hep ters rotada olduğu için fırsat bulamamıştık.
Bu defa da henüz açılmadığı için gezemedik. Tren istasyonuna vardığımızda, otomatlardan Antwerp biletlerimiz aldık. Otelimizde bugünkü kahvaltı menümüz olan kruvasan ve çörekleri almış, çantamıza atmıştık. Tren yolculuğu kısa, sadece 30 dakika kadar sürüyor. Hem etrafı izlemeyi hem kahvaltımızı trende yapmanın keyfini sürelim diye düşündük.
Bilet alınan otomatların dil seçeneğinde ne yazık ki Türkçe seçeneği yok. Ama basit İngilizce ile de çözebileceğiniz seçmeli ekran menüsü sizi yönlendiriyor. Bileti aldıktan sonra gitmek istediğiniz yönde ki trene gün içerisinde binebilirsiniz. Herhangi bir saat yok biletin üzerinde. Yapmanız gereken büyük dijital panolardan gideceğiniz yöndeki trenin saatini ve peronunu bulmak. Perona gittiğinizde de dikkatli olmanız gerekiyor. Zaman zaman peronlar değişebilir. Panoyu sık sık takip etmeniz gerekebilir. Değişiklik anonslarını fark edemeyebilirsiniz. Nitekim perona çıktıktan bir süre sonra değişiklik için anonsu ve yanıp sönen panonun değişiklik numarasını görünce hemen diğer perona hareket ettik. Eşim bu tür durumlarda bazen kısa bir panik olmuyor değil. Tereddüt bende de oluyor ama en kötü karar kararsızlıktan iyidir. Hızlı düşünmeniz hızlı hareket etmeniz gerek. Anonslar net anlaşıl(a)madığı için hızlı düşünmeniz panoları takip etmeniz gerekiyor. Birkaç dakika içinde değişen perona varıyoruz ve tren geliyor. Yine bir süre 1. sınıf, 2. sınıf vagon sorularımız var ama yine atlıyoruz yanında 2 yazan vagona. Etrafı izleyerek kahvaltımızı yapıyoruz.
Belçika’nın üç resmi dili var. Fransızca, Almanca ve Felemenkçe(Flamanca). Brüksel’de konuşulan dil Fransızca’ydı. Anvers, Gent ve Brugge buralarda konuşulan dil Flamanca. (Tabela okumak artık daha da zorlaşacak)
ANTWERP
Anvers (Fransızca). Antwerp/Antwerpen (Felemenkçe)
Trenden en alt katta iniyoruz. Burası Dünya’nın en güzel tren istasyonlarından biri olarak biliniyor.
Elimizde bavullar olduğu halde garı gezip tanımaya çalışıyoruz. Sonra heyecanımızı kontrol altına alıyoruz. Otele eşyaları bırakıp daha detaylı gezmeliyiz burayı. Otel ise bu kez çok ama çok yakında. Kapıdan çıkınca ilk bina bir gece konaklayacağımız otel.
Rezervasyon yaptıracağınız zamanlar otele tahmini varış saatinizi bildirirseniz ve otellere giriş saati olan 14.00 - 15.00’den önce varacaksanız boş oda uygunluğuna göre odanızı hazırlamış olabiliyorlar.
Otel varışımız 12.00’den de önce olacak diye daha önce haber vermiştim ama otel odanın uygun olamayacağını yazmıştı. Fakat kilitli bir valiz odaları var. Kilitli valiz odasında kilitli dolaplara kendimiz şifre ataması yapıp bavullarımızı güvene aldıktan sonra yeniden istasyona dönecektik. Resepsiyondaki görevli hangi ülkeden olduğumuzu sordu. Türkiye cevabını duyunca hangi il diye sordu bu kez. İzmir’i duyduktan sonra Türkçe birkaç kelime söyledi ve Çeşme’yi gördüğünü beğendiğini anlattı. Bir otel görevlisinin birkaç kelime Türkçe bilmesi normal diye düşünüyorduk ki kız arkadaşının Çorumlu olduğunu söyledi. Birkaç Türkçe kelimeyi ondan öğrenmiş anlaşılan.
Tren garı içerisinde yakında gösterime girecek son “İndiana Jones” filmi için küçük bir tanıtım yeri hazırlamışlar. Bu fragmanı izlerken pandemiden beri sinemaya gitmediğimizi düşündük. İndiana Jones’u sinemada izlemek gerekiyor kesinlikle.
1900’lü yılların başında inşa edilen tren istasyonu, iki muhteşem neo-barok cepheye, 60 metre yüksekliğinde büyük bir metal ve cam kubbeye ve şaşırtıcı bir mermer iç mekana sahip. Gezilerde fotoğraf makinasını veya cep telefonunu birisine güvenip fotoğraf çekilmek için vermek konusunda biraz fazla titizimdir. Bu defa genç bir çifti gözüme kestirdim. Çünkü cep telefonunu -tripoda koymuşlar belli ki sosyal medya için çekimler yapıyorlardı. Bu konuda yaratıcı mizansenler içeren videolar çektikleri uğraşlarından belli oluyordu.
Bizim birkaç fotoğrafımızı da çektiler, sağolsunlar. Sonra istasyonu baştan sona gezdik. Bir süre sonra dışarı çıkarken fark ettim. Bizim fotoğrafımızı çeken gençler çekimlerine devam ediyordu. Onları görünce kendimi düşündüm. İş için değil tatil için, vizörün arkasından değil kendi gözlerimle tadını çıkararak gezmek güzeldi.
İstasyonun hemen yanında hayvanat bahçesi var ama bu fikre karşı olduğumuz için parkı gezmek istemiyoruz.
Tropikal meyvelerin de olduğu manavlar ve Uzakdoğu mallarının satıldığı marketler de bulunuyor. Tabii tüm vitrin yazıları Çince yazılmış. Mahalle, girişteki etkileyici tak dışında pek ilgimizi çekmedi. İkinci dünya savaşından sonra gelen Çinlilerin kurduğu mahalle 1970’lerde resmen tanınmış. Avrupa'daki Türk mahallelerini, ülkemizi ve mülteci sorununu konuşuyoruz sokak boyunca.
Mahallenin hemen başında yer alan Ulusal Çikolata Müzesinin satış mağazasında ilginç çikolatalara bakıp çıkıyoruz kısaca.
Brüksel’den aldığımız kartpostalı henüz postalayamadık. Meydandan Anvers için de kart aldık. Hemen yakında bir posta kutusu ve pul satan yerde kartımızı yazdık. Arda ve Lisa’ya postaladık. Bizim neslin bildiği bu kartpostalı artık gençler bilmiyor diye düşünürdük ama sürdürmek için bir şey yapmazdık.
Arda, gittiği tatil yerlerinden bize attığı kartları alınca sonunda bizde bunu yapalım istedik.(O da kartpostalı kız arkadaşı sayesinde hatırlamış.) Kartları alınca şaşıracaklar diye düşündük kendi kendimize.
Öğle yemeğimizi yedikten sonra otel odamıza eşyalarımızı bırakıp yeniden sokaklara döndük. İnternette gezginler, Anvers’i günübirlik gezilecek bir yer olarak bahsediyor. Sadece bir web sayfasında gecesinin ve ışıklandırmanın çok güzel olduğundan bahsediyor. Görelim bakalım öyle mi.
İstasyon arkamızda başlıyoruz yürümeye….
İlk olarak Opera Binası kenardan göz kırpıyor. Tren istasyonundan Grote Markt’a uzanan uzun bir alışveriş caddesi. Elmasın başkenti olan Anvers, pahalı ve lüks mağazaları ile bunu size hissettiriyor.
İlk matbaa Anvers’de kurulmuş. Bu müzeyi görelim istedik ama tadilat nedeniyle giremedik. Aslında pek çok yer var gezilecek ama tempomuz bugün düşük. Kapalı hava da bizi olumsuz etkiliyor. Meir Caddesi, her iki yanında bulunan etkileyici mimarisi ile uzanan binaların altındaki mağazaların vitrinleri veya reklam panoları gözü yormuyor. Varlığının bile farkında değiliz. Sokak şarkıcıları ve cambazlarını da pek görmüyoruz.
Sonradan düşündüğümüzde, sadece bir sokak şarkıcısı gördük. Çok tatlı küçük bir kız, sesini zar zor duyduk, neredeyse mırıldanıyordu.
Bir önerim, nerede olursa olsun sokak şarkıcılarının veya cambazlarının gösterilerini fotoğraf veya video çekenlerin bir bahşiş vermediklerini görünce üzülüyorum. Onlar bu işi yaparken sadaka değil emeklerinin karşılığını istiyorlar. eğer bahşiş veriyorsanız gösterilerini izlediğinizi veya dinlediğinizi lütfen belli edebilir, onları onurlandırabilirsiniz.
Caddenin sonuna doğru ise tüm cadde boyunca uzanan barok-gotik mimariye inat Art-Deco stili ile Avrupa’nın ilk gökdelenlerinden “Boerentoren” 96 metrelik heybetiyle karşımıza dikiliyor.
Hemen sonra meydan da sizi Standbeeld Pieter Paul Rubens’in heykeli karşılıyor. Hediyelik yerel mağazalar, restoranlar, kafeler ile yine tipi bir Avrupa kenti turistik bölgesine bir kez daha giriş yapıyoruz.
Meydanın yakınında, “A Dog of Flanders” Britanyalı yazar Ouida tarafından 1872 yılında yayımlanan çocuk roman kahramanlarının bir heykeli arkasında ihtişamlı Meryem Ana Katedrali.
Bu iki roman kahramanının acıklı sonla biten hikayesine istinaden yapılan heykel önünde özellikle çocuklar fotoğraf çektiriyor.
Meryem Ana katedrali yanında ise benzerine rastlanmayan başka bir heykeller grubu var. Bu, Antwerp şehir merkezindeki Antwerp Katedrali'nin yanında ilginç bir bronz heykel koleksiyonu. Heykel grubu, Belçikalı heykeltraş Jef Lambeaux'nun (1935) eseri ve merhum babası Jans Appelmans tarafından başlatılan Katedral'in inşaatını bitiren taş ustalarını, inşaatçıları ve mimar Pieter Appelmans'ı tasvir ediyor (www.tripadvisor.com) Bir cenaze töreni nedeniyle katedral ziyaretçilere kapalı. Katedralin bir sokak ilerisi, “Grote Markt”.
Meydanın hemen ortasında bulunan Broba Çeşmesi, Brabo destanı, isteksiz geçiş ücreti ödeyenlerin elini kesip Scheldt'e atan dev Druon Antigoon hakkında. Ancak Brabo devi öldürüyor ve karşılığında nehre attığı kendi elini kesiyor. Brabo elini şehre doğru atıyormuş gibi görünüyor. Bu destanın birkaç versiyonu var. Birinde Brabo elini nehirden uzaklaştırıyor ve şöyle diyor: "Elin düştüğü yere bir şehir inşa edeceğim: El Atma". Dolayısıyla bu, Brabo'nun elini fıskiyeye attığı yöne karşılık gelir. (wikipedia.org)
Bu hikaye ile yapılan heykelin arkasında Unesco dünya mirası listesindeki belediye binası yer alıyor. Burada özçekim yapsak kadraja meydan yansımıyor.
Bu defa seçiciliğim -Ayşegül’ün önerisi ile- bir amcadan yana. Ona cep telefonumu verip bizi meydanla ve heykelle fotoğraflamasını rica ediyorum. Amca önce bizi komutlarla istediği yere alıyor, sonra kendisi eğile büküle tek bir -gayet iyi- fotoğraf çekiyor.
Cep telefonunuzda varsa geniş açı desteği bu tür alanlarda fotoğraf çekmek çok güzel sonuçlar veriyor. Tavsiyem, telefonunuzun varsa farklı kameraları hepsini denemeniz. Tabii önemli bir detay var. Kameranın objektifini temiz tutmak. Objektif koruyucu kullanmanız sizi pahalı cep telefonu objektifi değişimden kurtaracaktır.
Sonucu gördüğümde fark ettim ki telefonunun objektifi önündeki koruma çizilmiş. Koruyucuyu çıkardım. Artık daha dikkatli olmalıyız.
Meydanın hemen yanından kanala doğru mesafeyi ana yoldan değil kenar yollardan yürümeyi tercih ettik. Dönerken ana yoldan dönüşümüzü yaparız diye düşündük.
Güzel sessiz sakin bir sokak ve hoş bir grafiti sonrası Schelde Nehri’ne ulaştık. Hemen “Het Steen” kalesi önündeyiz.
Ortaçağdan günümüze kadar gelen kalenin içinde küçük bir müze ücretsiz gezilebiliyor. Ayaklarımız dinlenmek midemiz yemek istiyor. Meydana yakın bir restorana ilişiyoruz. Menümüzü seçince her zamanki gibi önce içecekler geliyor. İlginç olan ise atıştırmalık siyah ve yeşil zeytin ikramı. Zeytinler çok güzel üstelik. Yemeklerimiz yedikten sonra restoranda uygun olunca biraz daha oturup günü ve sonrasını değerlendirip planlıyoruz. İster istemez Türkçe kelimeler ve konuşmalar duyunca dikkatiniz o noktaya çevriliyor. Bu defa konuşmalar içeriden bize servis yapan garsonlardan geliyor. Yanımıza geldiklerinde Ayşegül başlıyor soruşturmaya. Ali (gerçek ismi bizde saklı), Türkçe’yi bildiğimiz kırık Türkçe değil ama tam babasının memleketinin şivesi ile konuşuyor. Oturduğumuz restoranın mülk sahipleriymişler. Bulunduğumuz ana cadde üzerindeki restoranlardan bazılarının da sahibi, akrabaları. Şurası hala oğlunun, şurası amcamların, şurası babamın… 26 yaşında. Annesi doğma büyüme oralı, babası 30 yıl önce gelmiş. Ali de Anvers’de doğmuş büyümüş ama bir Türk ile evlenmiş. Vatanım Türkiye diyor, yabancılardan yakınıyor, vergilerden yakınıyor, bulunduğu yerde yabancı olmaktan yakınıyor, her yaz gidiyorum, Türkiye çok ucuz (onu bize sor) diyor, yakınarak bulunduğu yerden memnuniyetsizliğini anlatıyor. Diğer taraftan, insan yerine konulduğu için haklarının daha geniş olduğu için, daha rahat yaşadığı için, doğduğu yer olduğu için bir yere gitmem diyor… Bu durum için olmasa bile Ahmet Kaya’nın şarkısının nakaratı kulağımızda “Bu ne yaman çelişki Anne..”
Anlattıklarının bazı noktalarını artık yurtdışında yaşayan oğlumuz Arda ile karşılaştırıyoruz, Arda’nın karşılaştığı ve/veya karşılaşacağı durumları düşünüyoruz. Uzun sohbet sonrası yeniden yollara. (ah be Ali, sohbetin iyiydi de, keşke az da olsa o para üstünü getireydin ya gari bahşiş değildi o. İsteyemedim utandım ama aklımda kalmadı değil). Ali’nin önerdiği rotada yürüyüşümüze devam ediyoruz.
İlginç binalar, dolu-boş sokaklar, kahve molaları ile havanın kararmasını bekliyoruz. Niyetim karanlıkta meydanın ve çevresinin ışıklandırılmış hali le fotoğraflamak. Saat çoktan 22.00’yi geçti ama istediğim yerlerin hiçbirinde ışıklandırma yok.
Otele dönüş yolunda anlıyoruz ki, ana cadde paralelindeki caddenin değişen alt yapı çalışmaları nedeniyle bazı noktalarda aydınlatmalar kesik. Şanssızlık diye düşünürken, tren garın hemen yanındaki otelimize ulaştığımızda benim yorgunluğum geçiveriyor.
Işıklandırılmış Anwers Gar binası istediğim birkaç fotoğrafı çekmem için beni bekliyor (Arda’nın benim SLR fotoğraf makineme el koyduğuna biraz hayıflanıyorum şimdi).
Ertesi sabah güneş yine bizden utanıp arada yüzünü saklıyor bulutların arkasına.
Rotamız, Ruben heykelinin olduğu meydandan kalkan Gezi Traktörü.
Daha önce hiç denemediğimiz bir şehir turu. Uygun fiyatı ve kısıtlı zaman diye görmediğimiz daha uzak noktaları geziyor. Bir yandan -İngilizce ve Flamanca- anonslar ile sizi bilgilendiriyor.
Yurt dışı turlarında özellikle büyük şehirlerde “Hop-on, Hop-off” türünde gezi otobüslerinin rotalarını ilgili web sayfalarından indirip inceler rotanıza dahil etmek için iyi bir kaynak olarak yararlanıyorum. Bize biraz fiyatlı geldiği için bugüne dek kullanmadık.
Bu küçük vagonlu tren şeklinde traktör fiyat olarak daha uygun oldu.
Kahvaltımız için bugün yine markete giriyoruz. Marketteki ürünlerin fiyatlarını ine bizim satın alma gücümüzle kıyaslama hatasına düşüyoruz. Unutmayalım, diyoruz birbirimize. Tatildeyiiiz.
Kahvaltımızı ayak üstü yürürken yapıp istediğimiz basit şehir turu aracımıza zamanında yetişiyoruz. Bizim vagonda bizimle beraber iki kişi, diğer vagonda 7-8 kişi olduğu halde yolculuk başlıyor. Çok sarsıntılı bir yolculuk olmasını beklemiyorduk, bazen parke yollarda süspansiyonu olmayan araç doğrusu baya iyi sarsıyor. Şehrin gidemediğimiz tarafları ve gördüğümüz bazı yerler hakkında bilgilendirmeler ile süren yolculuk bir saat kadar sürdü ve başladığımız yere döndük. Meydan çok yakın bir daha görüp geçmediğimiz sokaklardan dönüş yapalım istiyoruz. Meydan da ikinci el pazarı kurulmuş. İğneden ipliğe değişik bir pazar.
Artık istasyona dönüş Brugge’ye gidiş zamanı. Yol boyunca bisikletler bugün daha çok dikkatimi çekiyor. Çocuklarıyla, evcil hayvanlarıyla veya alışveriş torbalarıyla, elektrikli-elektriksiz bisikletler…
Aklımda neden ülkemizde bu tür bisikletler kullanılmıyor soruları dönüyor. Hemen uzaklaşmam gerek. Tatildeyiiiz.
Sabah otelden çıkış yaparken yine kilitli odada güven altına aldığımız valizlerimizi alıp istasyona geçiyoruz. İstasyonda otomatlardan kart değil, nakit almak istiyoruz ama Brüksel havaalanındaki gibi bir gişe yok. Bir görevli duruyor otomatların başında soruları yanıtlıyor. Kuyruğa giriyoruz sormak için. Nakit alan otomat var mı diye saracağız ama görevli son derece sabırlı ve yavaş bir şekilde herkese uzun uzun açıklamalar yapıyor. Tabelalardan öğrendiğim kadarıyla 15 dakika sonra bir tren var. 12 numaralı perondan kalkıyor. Ayşegül sıra beklemeye devam ederken ben peronun yerini aramak için ayrılıyorum. İnanamıyorum, birkaç dakikalığına gittim geldim hala aynı adam önümüzde görevli kadın ile herhalde Belçika’nın ulaşım ağı hakkında kitap yazacaklar. Sohbetleri bitti sıra bize geldi. Huzursuzlandığımı belli ediyor olacağım ki görevli bana son derece güler yüzlü ve sıcak bir ses tonu ile “rahat olun, tatildesiniz. Bir sonra ki trene binersiniz” diyor. “Bunu ben biliyorum da, tren bilmiyor, az sonra kalkacak” diyorum. Düşünüyorum. Aslında doğru söylüyor. Bir yere yetişmiyoruz ki, pes ediyorum.
Otomatlar kağıt para almıyor ama kağıt paranızı “coin” medeni para yapan otomatlar var. (koca istasyonda bir tane) onun da önünde kuyruk var :) ne güzel.
Nasıl oldu bilmiyorum. İstasyona girmemiz bileti almamız, peronu bulmamız kuyruklara rağmen on beş dakika içinde bitti ve bir trende idik. Panik olmaya gerek yokmuş.
GENT
Tarifede yazdığı gibi 49 dakikada Gent’e varıyoruz. İstasyonda inince biraz hayal kırıklığına uğradık. (Anwers‘den sonra normal galiba) Dampoort, şehrin ana tren istasyonu olmadığı için olsa gerek sade bir istasyon. Neyse. Dampoort ten istasyonundan otelimize gideceğiz ama açıkçası Gent dersimi pek çalışamadım. Cep telefonundan toplu ulaşıma bakıyorum. Birkaç tramvay ve otobüs aktarmalı seçenek var. 30-35 dakika yazıyor. Bu defa bulduğum uygun fiyatlı diye seçtiğim otel merkeze ve istasyona 2.5-3 km kadar uzakta. Bir gece nasılsa diye çok üzerinde durmamıştım. Ayşegül’e bakıyorum. Biraz isteksiz olsa da 40-45 dakika yürüme teklifime tamam diyor. Hava çok kapalı. Cep telefonu haritasından otelin yerini da iyice aklıma yazıyorum. Başlıyoruz yürümeye. İki alternatifin kanal kenarından olanını seçiyorum.
Boş sessiz sokaklar bizim valizlerin tekerlek sesleri ile çınlayınca çekiniyorum. Zaman zaman valizleri elime alıyorum. Kaldırımlar burada da yok gibi. Ortalık bir yerde hareketlenmeye başlıyor.
Aaa Türkçe yazılar var vitrinlerde. Ocakbaşı, düğün davetiyesi basılır, terzi, kuyumcu… Türk mahallesindeyiz kesinlikle.
Biraz sonra ise otelimize varıyoruz. 50 dakika yürüyüş. Kapalı hava da enerjimizi emiyor sanki. Otel yerleşip dışarı atıyoruz kendimizi.
Bu defa aradığım kaynaklar otelin lobisinde var.
Çoğunlukla otellerden o şehrin haritalarını, gezilecek yerlerini içeren bilgilendirmeleri bulabilirsiniz.
Turistik harita ve bir iki broşür alıp bu defa otelin hemen önündeki tramvay durağına geldik.
Merkeze uzağız. Unutmamak için durağın adını ve toplu taşıma haritasının fotoğrafını çekiyorum. Hızlıca çalıştığımız kadar olan bilgilerimizle rotamızı çıkarıyoruz. Bizim gibi otelden çıkan başka bir çift de geldi yanımıza. Onlar duraktaki gençlere soruyor. Merkez ne taraf? Hangi tramvay? Hangi istasyon? Cevaplara biz de kulak misafiri oluyoruz.
Avrupa’nın pek çok kentinde şehir içi toplu taşımayı kullanmak için biletinizi bir defalık, günlük, birkaç günlük şeklinde bineceğiniz duraklardaki otomatlardan veya otobüs-tramvay içindeki otomatlardan alabilirsiniz. Bindiğiniz anda bilet kontrolü ile karşılaşmazsınız. Biletinizi kimse gelip kontrol etmez. Bazen bir kontrolör gelip nazikçe biletinizi sorabilir. Bilet almadı iseniz yüksek para cezaları olduğunu bilmeniz gerek.
Bindiğimiz tramvayda da iki otomat var biri aldığınız günlük bileti okutulduğu bir otomat. Bizdeki İzmirim Kart gibi. Başında bir görevli yok siz okutuyorsunuz. Diğeri kredi kartı ile çalışan bir otomat. Ekrana kartınızı okutuyorsunuz 2,15 Euro bir kişi için makine alıyor size fişini veriyor. Soran olursa işte bilet. Soran yoksa ne olacak? Bilet tek kullanımlık. (lütfen bizde işlemez biz yapamayız diye düşünmeyin. Neden bu zihniyet çoğunlukta? Neyse , Tatiiil)
Gent, Brüksel ve Anwers den sonra 3. büyük il. Flemenk bölgesinde yer alıyor, Flemenkçe konuşuluyor. Bir ortaçağ kasabası deyişini hakediyor. Schelde ve Lys Nehirleri'nin kavuşma bölgesinde yer alıyor. Yani içinden kanallar geçiyor.
Durak isimlerini tramvayın içinden okumaya çalışmak eğlenceli oluyor.
( “Vijfwindgatenstraat durağı. Tamam son ”straat” cadde büyük ihtimal de acaba vijf… nasıl okunuyor ki. Flemenkçe okumak çok zor..) Önce rotamızın en uzak noktasından tramvaydan iniyoruz. İlginç mimarisi bir ortaçağ kasabası ile tezat olsada “De Krook” halk kütüphanesini karşıdan görerek başladık yürümeye.
Hava çok sevimsiz. Yağmur yağacak mı yağmayacak mı belli değil. Ortaçağdan kalma katedraller, kiliseler, kale ve yüksek ortaçağ binaları arasında kanalların üstündeki köprülerden, sokaklardan, bakışlarımız yukarıda yürüyoruz. Kahve molası bizi şarj eder sanıyorduk. Oturduğumuz kafedeki çalışan tek kişi var hızlıca siparişimizi alıp getirdi. Birkaç dakika sonra bizden sonra gelenleri ise almadı. Saat neredeyse 18.00’di ama kapatıyoruz dedi. Gerçekten bakışları bizim gibi birkaç masaya “hadi artık bitirin de gideyim” şeklinde güzel güzel (!) bakıyordu. Huzurlu bir şekilde(!) dinlenip devam ettik.
Saint Bavo katedrali, Gent belediye binası,
Belfort Van Gent anıtı sonrası “Gent Gravensteen” kalesine dek yürüdük. Kale çevresi , “Grasbrug” köprüsüne kadar daha sempatik geldi bize.
Otele giderken geçtiğimiz sakin sokakların sebebi belliydi. Herkes bu bölgeye toplanmış. Oturanlar yemeği bitse bile kalkmıyor ki. (Anwers’de görmüş istisna diye düşünmüştük) sohbet devam ediyor. Hatta iskambil oynayan yaşlı amcalar bile.
Gent nedense bizi bir türlü içine alamıyor. Kalın bulutlar sadece güneşin ışığını değil bizim de enerjimizi kesiyor sanki. Oysa gezdiğimiz alanlar, sokaklar, binalar, detaylar söylendiği gibi Sanki ortaçağ kasabası.
Restoranlardan yemek için siparişinizi verdiğinizde size bir numara veriyorlar veya numara olan çağrı cihazı. Çağrı cihazı çalmaya veya titreşmeye başladığında adınıza hazırlanmış siparişi içeriden alıyorsunuz. Menüler ingilizce olmasa bile cep telefonu uygulamanızı veya fotoğraflı menülerden destek alabilirsiniz.
Garson varsa siparişi alıyor ve önce içecekleri getiriyor. Veya self servis bile olsa önce içecekleri veriyorlar. Birkaç defa yiyecekler ile birlikte içecekleri talep ediyoruz ama -Arda’nın da söylediği gibi- Avrupalılar karmaşık hizmete alışık değil. Standart dışına çıkınca kafaları karışıyor. İster self servis ister sipariş önce içecekler o sofraya gelecek. Nokta. :)
Bir tarafımızdaki masa küçük çocukları ile bizim gibi gezmeye gelen Türk turistler. Diğer yanımızdaki masada iki genç kız var. Onlar da bizden ama oralılar. Siparişlerini almak için kalktıklarında, Flamanca çantalarına göz kulak olmamızı talep ediyorlar. Ayşegül konuşmalarını duymuş. “Türkçe söyleyin, anlamıyoruz. “ deyince gülüyorlar. Yemek bitip kalkınca nazikçe sesleniyorlar, neredensiniz diye. İzmir cevabını duyunca, çok sevindiler İzmir’e tatile gelmek istiyorlarmış. Gevrek, kumru, boyoz nedir?. Çeşme, Foça ve çevrelerinde deniz nasıl? Sorularını cevapladık. Gençler ucuz (!) tatil için hevesli.
Hava karardı. Yine tramvay ile dönüş. Ben çevreyi takip ederek otelin durağını bulmaya çalışıyorum. Ayşegül durak isimlerinin bazılarının fotoğrafını çekmiş, geriye doğru takip ediyor. Sağ salim otele vardık. Gece dersimi çalışıyorum. Bu defa merkez “Gent-Sint-Pieters” istasyonundan Trene bineceğiz.
Sabah çıkış yapıp önce 4 sonra 1 numaralı tramvaya aktarma olup istasyona gidiyoruz. Doğru tramvayda olduğumuz kesin. İneceğimiz istasyonu kollarken Ayşegül gözüne kestirdiği demiryolu görevlisini takip ediyor çaktırmadan, hangi durakta inecek diye. Ben kendinden büyük sırt çantası taşıyan iki genci. Belli ki onlarda istasyonda iner. Durağa geldik ama istasyon değil. Ayşegül’ün gözüne kestirdiği görevli iniyor. Bu durakta ineceğiz eminim. “Von Monck… (adını okumaya çalışsam durağı kaçıracağız.) Durakları bir gün önce çektiğim hat fotoğrafından takip ediyorum. istasyona 100m kadar yürümemiz gerek biz peşinden. Benim çantalı gençler oralı değil. Demek ki yanlış tahminde bulundum veya onlar yanlış durakta iniyor, neyse :)
Gent ve Brugge arası trenle 20 dakika. Bunun için olsa gerek istasyonun önünde yer alan parkın etrafında bisiklet parkı denizi var.
Arda’nın yanına Almanya'ya gittiğimizde gördük. Bizim oğlan bisikleti herkes gibi bir yere bağlamadan bir yere bırakıveriyor. Sadece arka tekerleği bağlıyor. Çok faydalı (!) bir çözüm. İki defa bisikleti çalınmış olsa bile hala aynı şekilde devam ediyor. İkinci el 40-50 euroya ayağını yerden bir bisiklet alıyor herkes gibi. Bisiklet hırsızlığı çok fazlaymış. Eğer daha kıymetli bir bisikletiniz varsa genellikle evlerin bisiklet depoları var, geceleri oraya alıyorlar. Dışarıda ise bisiklet parklarına bağlıyorlar. Polis pek uğraşmıyormuş. Sözkonusu elektrikli veya kaliteli bisiklet olsa durum değişiyor. Bu bisiklet park karmaşası için de onlar yok, eski bisikletler buralarda.
Gent merkez tren istasyonu binası aynı zamanda şehirler arası otobüslerin de garajı. Biz Tren garı bölümüne geçiyoruz. Yine otomatlardan biletimizi alıyoruz. Binada tadilat var. Peronlar modernize ediliyor.
Bazı peronlar kapalı. Kendi peronumuza gelip beklemeye başlıyoruz. Sanki Karşıyaka’dan Alsancak’a yapılacak tren yolculuğu gibi. 15-20 dakika yol. Fark, ara istasyon yok. İstasyon biraz kalabalık.
BRUGGE
İki katlı vagonların daha sessiz ve daha modern.
İkinci katına çıkıp oturuyoruz. Ama sadece 20 dakikalığına.
Brugge istasyonu’nunda indiğimizde yine kısa bir keşif gezisi çünkü dönüş günü yine buradan Havaalanına gideceğiz. Otelimiz yine 15-20 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde. İstasyonun hemen dışında Sepetli bir elektrikli bisiklet var. Belgesellerde izleriz. Özellikle Uzakdoğu da Tuktuk- çekçek diye benzerleri var. Ayşegül hadi deneyelim diyor. Neden olmasın. Fiyatı da uygun.
Sürücü delikanlı çevik ve bilinçli hareketle iki valizimizi benim sırt çantamı Ayşegül’le arama sığdırıyor. Konforumuz bozulmadı bile. Çok sevdik bu yolculuğu. Otele varınca bisikleti kullanan bize kartını veriyor.
Yeniden taksi olarak kullanabilirsiniz dedikten sonra nazik bir ifade ve güler yüzle Türkçe olarak “Hoşçakalın” diyor. Otelimiz bu defa zincir otellerden biri. Yeri çok güzel. Her yere yürüme mesafesi. Bina biraz eskice ama yine de temiz ve güvenli. Bu defa erken gelmemize rağmen odamız hazır. Hemen yerleşip kendimiz dışarı atıyoruz. Hava sıcak, hayır serin, kapalı hayır açık, yağmur mu yağacak sanki? Neyse tüm yedek kıyafet ve yağmurluk sırtımda bir giyin bir soyun şeklinde olacağız anlaşılan.
Otelin hemen karşısında hediyelik eşyalar satan bir mağaza var. Tüm alışverişi Brugge’e sakladık. Yük olmasın bize. İçine girip fiyatlar konusunda biraz daha dikkatli incelemeler yapıyoruz. Asıl yarın almamız gerek. O yüzden bugün gözümüze kestirdiğimiz yer olursa aklımızda tutalım istiyoruz. Sabah kahvaltısı için market de var otelin karşısında. Ama kahvaltı-öğle yemeği yapmamız gerek şimdi. İki kadının işlettiği yeri gözümüze kestirdik. Siparişimizi verdik.
Beklememizi, yemeğin çıkınca, bizi çağıracaklarını söylüyorlar. İki kişi nasıl yetiştirecekler doğrusu merak ediyoruz. Dışarıya oturduğumuz halde gözlerimiz onlarda.. İki kişi olmalarına rağmen aralarında müthiş bir uyum var birbirilerinin ayağına dolanmadan tezgahın arkasında önünde hiç durmuyorlar. Hazır yiyecek yok gibi. Sipariş alınıyor. Taze taze hazırlanıyor veya ısıtılıyor veya mikrodalgada pişiriliyor ve servis geliyor. Tıkır tıkır işliyor. Kahvaltı-öğle yemeği bitti. Ayşegül'ü yoldan çıkarmak için waffle’cılar yine her yerde ama bir tanesi daha güzel.
Waffle çubuğa takılı şekilde servis ediliyor. Burada yoldan çıkmamak elde değil.
Waffle’cı yoksa, çikolatacılar var sıra sıra.
Brugge’a kuzeyin Venedik’i diyorlarmış. Kanalların üstündeki köprülerden geçerken altımızdan gezi tekneleri geçiyor.
Burada da ortaçağdan kalmış binalar var ama daha sıcak sanki.Zaman zaman bir Katana nın çektiği at arabası geçiyor yanımızdan. Üstleri açık içindekiler etrafı izlerken sürücü arkasına dönüp bilgiler veriyor.
12. yüzyıldan kalma “Old St. John's Hospital” ve “eczanesi” müzeleri sanki bir şato yine. “Onze-Lieve-Vrouwekerk” kilisesi, Saint Salvators Katedraliyle sonlanıp alışveriş caddesi ile kesişiyor.
Gezdiğimiz pek çok Avrupa şehri gibi, Brugge da kuşbakışı bakınca merkezde bir meydan ve dışa doğru halkalar şeklinde cadde veya sokaklar olarak yerleşmiş.
Hedefimiz önce merkez sonra merkeze çıkan her sokağı tek tek gezmek yine. “Grand Place”, “Grote Markt” da bulunan Brugge Çan Kulesi çok yakın görüyoruz ama alana ulaşmak için acelemiz yok. Sokaklara dükkanlara gire çıka bir ilerliyoruz.
Dar bir sokak ağzından geniş alana çıkınca neo-gotik yapılar, devlet daireleri, saat kulesi, tipik Belçika evleri yer alıyor. Brugge’nin kalbine ulaşıyoruz. Kocaman bir meydan bizi karşılıyor
Ortada 14. yüzyıl Fransız-Flaman savaşının halk liderinin olduğu söylenen heykel var, ancak her kaynakta farklı bilgiler var. Kafeler, restoranlar ve hediyelik eşya dükkanları da olmazsa olmaz tabii. Bir de at arabalarının ve tur arabalarının başlangıç durağı olduğunu anlıyoruz.
Alanda fotoğrafları çekiyoruz ama müze ve gezilebilecek binaların içerisine girmeden hazır enerjimiz varken ara sokaklara dalıyoruz.
İlk molamızı verdiğimiz kafenin yanında çok güzel bir karikatür dükkanı var. Bir gazetenin köşesinde siyasi karikatürleri günlük yayınlanan bir çizerin karısı ile olan dükkan. (siyasi karikatür?! Sakın daha fazlasını aklınızdan geçirmeyin ;) ) Çalıştığı gazetede yayınlanan karikatürlerden satılması için özel çizilmiş karikatürlere pek çok çizim. Sokaklardaki detaylar, heykeller bizi o kadar etkilemişti ki, yine kendimiz biraz fazla kaptırmışız.
Şuradan bir fotoğraf buradan bir detay fotoğraf alayım derken şehrin merkezinden uzaklaşmışız, sokaklarda hiç kimseler görünmüyor. Tekrar merkeze yakın bir kafede hem kahve, hem de dinlenme ve ısınma molası verdik enerjimiz aldık, ısındık.Cafede bizim dışımızda iki 5-6 masa daha vardı. Biz hem dinleniyor hem de birkaç aylık bir bebeğin kahkahalarını ve babasının onu güldürmek için yaptığı şaklabanlıklar izliyoruz. (Arda bu halimizi görse, başkalarının bebekleri ile uzaktan bile olsa bu kadar ilgilenmeyin, hoş karşılanmıyor olabilir, derdi.) enerjimiz aldık, ısındık.
Her çikolata mağazasında illa ki bir öncekinden daha farklı çikolatalar var değişmeyen tek şey o nefis çikolata kokusu. Eski evler, altlarındaki dükkanlar, müzeler, bira ve çikolata müzeleri derken akşamı ettik. Akşam dedim ama saat daha 19.00’u geçiyor. Kalın yağmur bulutlarına rağmen aydınlık.
Nihayet tüm gün yağmayan ama sanki ara bir iki damlacık atan hava iyiden iyiye boşalıverdi.
Panço yağmurluklarımızı geçirdik hemen üstümüze, devam. Ayaklarımız ve boş midemiz yine yürütmüyor bizi, illa mola verin diyorlar. Onları kırmadık biz de. Zaten yağmur da hızlandı. Yağmurdan kaçan herkes kafelere restoranlara girmiş. Bizde bir masayı başka ülkeden çiftle paylaşıyoruz.
Yemek sonrası pek gezilesi hava yok, yağmurunda etkisi ile hava baya serin. Benim üzerimde ince polar ve gömlek pek korumayacak gibi. Hava durumu yarın akşam için biraz daha iyi diyor. Enerjimizi yarına saklamak için zaten otel yakın girmediğimiz sokaklara baka baka otele dönüyoruz.
Sabah karşıdaki marketten çöreklerimizi taze meyve suyumuzu alıp dün karar verdiğimiz kanal turu için yere gidiyoruz. Bir gün önce Arda ve Lisa için kartpostalı bir karikatür mağazasından almıştık. El çizimi güzel kartı akşam hazırladık.
Posta kutularından birine atıyoruz geçerken. Kanal turu sırasında ilk biz varız. Hepsi aynı fiyat aynı tip tekneler aslında. 2.3...5 derken bir anda bir tekneyi dolduracak 25-30 kişi oluveriyor birkaç dakika içinde.
Altmışlı yaşlarda hayli esprili kaptanımız Flamanca-Fransızca ve İngilizce bilgilendirmeler ile 50 dakika kadar kanallarda gezdirip etrafı anlatıyor. Bi gün önce görmediğimiz yerleri hemen aklımıza yazıyoruz. Hava biraz daha soğuk gibi ama güneşi görüyoruz arada bizi ısıtıyor. Görmediğimiz sokaklara gire çıka yine meydana ulaşacağız. Hava açıkken daha güzel fotoğraflar çekeriz bugün. Akşama da ışıklandırılmış binaları bekleyeceğiz.
Önce kaptanın anlattığı camları Murano’dan gelen (Şimdi otel ve kolej binaları olarak kullanılan) bir binanın önünde kurulu antika ve ikinci el pazarına gidiyoruz. Ayşegül özellikle antika eşyaları görünce hüzünlenir hep ama değişik yaşamlar saklı hem antika ve ikinci el eşyada. Hediyelik ilginç ev eşyaları da var elbette aralarda.
En çok kafama takılan ise bir İtalyan kadının işlettiği zeytin yağların, zeytinlerin, sosların ve pratik mutfak eşyalarının satıldığı İtalyan ağırlıklı ve Yunan ürünlerinde yer aldığı dükkan. Daha birkaç hafta önce Ayvalık’ta çekim yaparken Ayvalık Ticaret Odası Başkanı ile yaptığımız sohbeti Ayşegül’e de anlatıyorum. Türk zeytinyağı, markalaşma hakkında konuşmamızı, hele hele Avrupa da kurak geçen mevsim nedeniyle zeytin hasadını düştüğü ve Türkiye’deyse hasadın çok iyi bir dönemde olduğu, zeytinyağının İspanya'ya ihraç ettiğimizi söylemişti. İspanya ham zeytinyağını üçe mal edip onbeşe satıyor. Zeytin ve zeytinyağı üretiminde Dünyada dördüncü büyük olmamıza rağmen pazarlama ve markalaşma sorunumuzu konuşup hayıflanıyoruz. Neden Avrupa marketlerinde Türk zeytini ve zeytinyağı yok konularını arkada bırakıp tatilin son gününün tadını çıkarmaya çalışıyoruz.
Derken 30-35 kişilik yaşlıca bir grubun bir meydanda modern bir konser salonu önündeki protesto gösterilerine tanık oluyoruz. Elinde megafonla açıklama metnini okuyan bir kadın ve etrafındaki grup ara ara kadının cümlesinden sonra aynı cümleyi hararetle tekrar ediyor. 4-5 gazeteci etraflarında fotoğraflarını çekiyor. Başka hiç kimse yok. Flamanca konuşuyorlar tek kelime anlamıyoruz. Ama beden dilleri gösteriyi anlatıyor bize. Zaten sonuna gelmişiz birkaç dakika sonra alkışlar ile bitiriyorlar gösteriyi. Aslında biz yanlış anlamış olmalıyız gösteri olsa polis olur, müdahale olur… neyse bu konulara tatil tatil girilmez, zaten daha yeni zeytinyağını çıktık. Zaten Brüksel de gördüğümüz gösteri yapan grubun arkasından da bir polis -eli arkasında ve bakına bakına- da olsa yürümüyor muydu? ( Oh biraz rahatladım bunu düşününce, emniyet şart canım…) Bir haftadır tek bir satır haber okumuyoruz. O sırada Fransa’da çıkan olaylar Belçika’ya sıçramış. Bilgimiz yok ama Brugge’dekilerin de haberi yok kesin.
Artık saat 22.00’ye geliyor, bir kafede akşam kahvemizi içerken, havanın iyice kararmasını güzel fotoğrafları çekmeyi düşünüyorum. Kafede saatlerce oturanları gördükçe biz de alıştık bir haftadır. Hatta arka masa da gençler kağıt bile oynuyor. Biz de bekliyoruz.
Garsona soruyorum, “Hava kaçta kararıyor? Güneş ne zaman batıyor?” şöyle bir alana bakıp “herhalde 10-15 dakikaya batar” diyor! Bu garson acaba burada çalışmıyor mu her gün? Bunun üzerine espriler, çevreyi izlemeler derken yine kısmen yanan ışıklar ve yine hayal kırıklığı ile son Belçika akşamını arkada bırakıp otele dönüyoruz.
Soğuk ve yağmurlu bir sabah. Bu kez kahvaltıyı otelde alıyoruz. Sıkı bir kahvaltı gerek. Uçak akşam 19.00’da ama tren ile Brugge den 1 saat 45 dakika kadar. Daha Brugge istasyonuna yürüyeceğiz. Otelden çıkış yapana dek yağmur durmuş.
Yine güzel bir park içi yolda tren istasyonuna varıyoruz. Biraz bakındıktan sonra, her 31 geçe kalkan Brüksel trenine biniyoruz. Tren dolu bu defa. Ayşegül’le karşılıklıyız. Yanlarımızda bir anne ve kızı var. Koridorun diğer tarafında ise kesintisiz 30 dakika cep telefonu ile konuşan bir adam. Özellikle yanında oturanlar belli ediyor rahatsızlığını ama hiç oralı değil. Adam konuşmaya devam. Herkesin başını şişirdikten sonra yine konuşa konuşa indi trenden.
Havaalanı çok kalabalık değil. Yine bir gün önce online check-in yaptırdık ama 2 parça bavulu verelim rahat edelim istiyoruz. Hangi kontuarın açılacağı henüz panolarda belli değil. Kontuarın açılma zamanını beklerken alanda dolaşıyoruz.
Havaalanının web sayfası reklamlarını görüyorum. Telefonla girdiğimde whatsapp ile sorularınızı iletebilirsiniz diyor. Uçuşum hakkında değişiklik var mı diye bakarken kontuar numarasını fark ediyorum. Hala panoda yer almadığı halde görevliler gelmişler ve bavulumuzu verip pasaport kontrol ardından gümrüklü alana geçiyoruz.
Aha büyük alan. Zaman geçirebilecek çok mağaza ve kafe var. Fiyatlar bizim havaalanlarındaki gibi abartılı değil. 1-2 euro pahalı.
Gecenin bir yarısı İzmir’e varıyoruz. Bakalım ne kadar zaman sonra bu kez neresi soruları ile. Şimdiden hazırlanmalı.
İnternet kaynaklar
https://www.tripadvisor.com.tr
https://www.skyscanner.com.tr
https://www.lufthansa.com/tr/tr/homepage
http://www.booking.com
https://www.google.com.tr/maps
Dipnot: ayrıca gideceğiniz ülkenin ilgili turizm sayfası, toplu taşıma sayfaları
Bu blog içeriği, yalnızca yaratıcısının izniyle kullanılabilir ve kopyalanamaz.