Fransa, Alsace Bölgesi’ne merhaba…
Hiç aklımızda yok derken bankanın yanacak olan milleri bizi dürtükledi bu kez. Öylesine bakıyorum ama sıcak yerlerin uçak bileti fiyatları da çok sıcak, el yakıyor. Avrupa için soğuk ama özellikle yılbaşına yakın aralarda kalmış düşük fiyatlı günleri tarıyorum. İzmir-Basel arası uygun uçak biletleri var. Hele ki Basel Alsace bölgesi için, Strasbourg uçak biletlerinden daha uygun. Fakat konaklamalar bu kez uçuyor. Bizim için ideal konaklama noktalarının fiyatları tavan. En uygun yer Mulhouse gibi duruyor. Konaklama fiyatları Mulhouse’da ucuz, hem de trenle Colmar ve Strasbourg’a günübirlik ulaşım için de ideal olduğu düşüncesindeyim. Araç kiralama için hem çok geç kaldık (fiyatlar uçmuş) hem de mevsim kış, kar olasılığı var. Benim gibi bir İzmirli’nin karda sürüş deneyimi yoksa en iyi ulaşım tren veya otobüs. (Not: Bu gezi sonrası tren ve otobüsün değerini bir daha anladım. Dersimi tam çalışabilseydim ve rezervasyonları önceden yapsaydım, benzin fiyatına rağmen araba kiralamak uygun olabilirdi. -mi?- bir çok değişkeni iyice hesaplamak lazım, özellikle otoparklar çok pahalı, bunu unutmayın)
Kimi arkadaşlarımız birkaç hafta önce bölgedeydi. Kar ve kalabalık nedeniyle gezinin yorucu olduğunu söylediler. Biraz cesaretimiz kırılmadı değil. Bir de Noel ertesi olunca gezi zamanımız, Noel pazarları sona ermiş veya ermek üzere anlamına geliyor. Evet, Strasbourg Noel pazarını göremeyeceğiz. Çok üzüldük (!). Kalabalık azalmıştır en azından. Aslında ilkbahar-sonbahar Alsace için ideal zamanlar olsa gerek. Bağların arasında köylerde gezmek. Amaaan maksat gezmek olsun. Aldım gitti Basel gidiş/dönüş biletlerimizi ve yapıyoruz 5 gece Mulhouse konaklama rezervasyonumuzu.
Yine düştük yollara…
Öğlen 12.10’daki uçak için sabah 8’i biraz geçe evden çıkarak başladık güne. Bir önceki seyahatimiz için belediyenin otobüsüne binmeyi planlamıştık. Ancak otobüs, bizimle beraber valizleri ile otobüs durağında bekleyenler olduğu halde, durmadan geçti gitti. Bir sonraki otobüs bir saat sonra ama trafik ile risk olacak, tramvay/metro/İzban ise yine geç olacak. Çaresiz panik ile bir taksiye atladık. Stres ve 250TL’den olmakla beraber havaalanına vardık. (Sonradan yaptığımız şikayet ise “kuru bir özür” ile sonuçlandı) Bu defa ne 250TL’den olmaya niyetimiz var ne de stres olmaya. Önce gevrek ve poğaçalarımızı alıp doğru tramvaya sonra İzban’a ve bir buçuk saat sonra alana ulaştık. Şans yüzümüze gülüyor, bavulları verirken uçağın boş olduğunu öğreniyoruz. Yerlerimizi “exit” yapıyoruz, üstelik ücretsiz.
Sınırların olmadığı bir dünya var artık altımızda. Dertleri tasaları -en azından bir haftalığına- arkamızda bırakıyoruz. Önümüzde soğuk bir hava bile olsa güzel bir tatil bizi bekliyor.
Zamanında kalkan uçak, zamanında da iniyor alana. Zamanda yolculuk gibi. Üç saat süren yol, saat farkı nedeniyle sanki bir saat sürüyor. Başka bir deyişle iki saat fazla tatil.
Basel Havalimanı “Euro Airport” adıyla üç ülkeye hizmet veriyor. Almanya, Fransa ve İsviçre. Resmi adı ” EuroAirport Basel-Mulhouse-Freiburg”. Üç ülkenin sınırında.
Basel küçük bir havalimanı ama yine de kendi içinde uzun bir yol sonrası, pasaport kontrol bizi bekliyor.
Pasaport kontrolü sonrası sol karşı kapı Fransa (Mulhouse) sağ karşı kapı İsviçre (Basel) olarak ayrılmış.
Valizimiz sola dönünce karşımıza çıkıyor, atlı karınca keyiflerini bozuyoruz. Konaklayacağımız Mulhouse için ulaşım trenle olacak. Bunun için Fransa kapısından çıkıyoruz. Çıkar çıkmaz tam karşımızda 11 numaralı otobüs bekliyor.
Bizi St.Louis tren garına götürecek otobüsün ücreti kişi başı 2,5 Euro. Şoför nakit veya kredi kartı ile ödemeyi alıyor. Otobüste az kişi varız.
10 dakika süren yolculuk sonrası tek durak olan “St.Louis Gar durağında iniyoruz. İstasyon ve alan arasındaki bu seferler 15 dakika arayla. Dönüşte de bu otobüsü kullanacağız.
Kısa bir yürüyüş sonrası bilet alma salonuna geldik. Gişe kapalı, dükkanlar kapalı çünkü noel tatili ve asıl sürprizle şimdi karşılaşıyoruz. Normal günler yarım saat aralıklı olan treni 15 dakika ile kaçırmışız ama tatil olduğu için bir sonraki trene 2,5 saat var. Bilet alma makinelerinin başımda bir kaç kişi daha var.
Bu otomatları kullanmak ilk birkaç saniye zorluyor. Sonra hemen kavrıyoruz. Ekranın sağ altındaki yeşil butonun çevresini saran tekerleği döndürüp ekranda önce dil için ilgili bayrağı seçip yeşil butona basıyorsunuz. İlerleyen basamakları aynı şekilde butonu çevirip sonra istediğiniz seçenek belirginleşince basarak devam ediyorsunuz. Tabii ki Türkçe yok. Bileti de aldık… ee şimdi?
2,5 saat beklenir mi? Otobüs var diye okumuştum. Durak, garın yanında diye okudum sanki ama emin değilim. En iyisi birilerine sormak. İçeride bizim gibi etrafı tanımaya çalışan 4-5 çiftten başka pek kimse yok. Herkes bir anda dağılıverdi sanki. Noel tatili nedeniyle ne bir görevli ne bir yerli yolcu, kimse yok içeride. Dışarıda iki genç kadın sohbet ediyor. Ayşegül zaten biraz tedirgin oldu çevre boş olunca. Ben ise inanılmaz rahatım. Kadınlara otobüs durağını soruyorum. Meğer tam kapının önüymüş. Google amcaya soruyorum, 4 dakikaya otobüs gelecek diyor ve geliyor. Şoföre “Mulhouse?” diye soruyoruz. “Not today bus, only train. B-B.” diyor. B-B’yi sonra anlıyoruz. B peronu demek istiyormuş.
E bari St. Louis kasabasını azıcık turlayalım diye “merkez” diye yazan levhayı takip ediyoruz, bir orta, bir küçük bavulla. Noel tatili olduğu belli. Araba bile çok nadir geçiyor. Galiba merkeze geldik, 3-5 yaya gezen, küçük bir meydanda kurulu paten pistinde kayan bir Elf (!) ve 3 çocuk. Bir Türk lokantası (adından belli). Anlaşılan ne açık bir yer ne de hareket var. Yavaş yavaş gara geri dönüyoruz. Bir saat içinde garın içi dolmuş. Herkes şaşkın gözler ile bilet almaya, bilgi almaya çalışıyor. 4 monitörde sadece gelen-giden tren saatleri var. Yanlarında hangi platform olduğu yazıyor. B’ye gidiyoruz. Bir Türk çift ile otomatlardan bilet alırken ve kent içinde karşılaşmış, selamlaşmıştık. Onlar da burada şimdi. Merhaba deyip ayaküstü sohbet ediyoruz. Başka Türk çift bize eşlik ediyor. Hava pırıl pırıl güneşli ama saat 16.30’da güneş batacak aynı anda tren de gelecek. Neyse ki beklerkenki sohbet, zamanın hızlı geçmesine yardım ediyor.
Tren geldi. Son 2,5 saattir, sadece 15-20 dakika sürecek bu tren yolculuğunu bekliyoruz. Ayaküstü sohbet dostlarımıza trene binince veda ediyoruz ve hemen kapının yanına oturuyoruz. Onlar Strasbourg’a gidiyor diye vagonun ortalarına gidiyor.
Pencerelerden, batan güneşin kızıl turuncu boyadığı gökyüzüne bakmaya çalışıyoruz. Pencereler galiba birkaç ay önce temizlenmiş olacak, sanki bir sis tabakasına bakıyoruz. Ayrıca vagonların girişinde hemen kapının yanındaki bisiklet park yerleri dikkat çekici.
Mulhouse…
Mulhouse’a vardık. Önce istasyonun içini bizi karşılamak için süslemişler zahmet edip.
Yılbaşı bahane eminim 🙂 Muhtemelen kentin içini de bizim için süslemişlerdir:))
Saat 17.00. Soğuk ama güzel bir gökyüzüyle Mulhouse, güne veda, bize merhaba diyor.
İstasyon ile otel arası Google amcaya göre 6-7 dakika. Bu defa seyahat biraz ani geliştiği için dersimi çok çalışamadım ama yine de telefon da navigasyona bakmadan başladık yürümeye, şuradan buradan derken yolun bir alt sokağından yürüdüğüm için yolu birkaç dakika uzatmışım, sonra fark ettik. Havanın soğuğu güneş batınca epey ısırıyor doğrusu. Yürürken ısınırız sandık ama pek öyle olmadı. Daha kalın giyinememiştik henüz . Neyse otele yerleşip eşyalarımızı bırakıp soğuk havaya karşı kalın kıyafetlerimizi giyip hemen dışarı attık kendimizi.
Satış kulübeleri kapalı ama ışıklandırmaları ve çok olmasa bile kalabalığı ile kent meydanı yine hareketli sayılır.
Mağazaların hemen hepsi kapalı. Sadece yürüyüş yapan turistler sokaklarda.
(Kent bizim için süslenmiş 🙂 )
Sonunda açık bir kafenin önündeki noel için açılmış bir satış tezgahı ve önünde uzayan kuyrukta bir klasik sıcak ve şarap ve sokak atıştırmalıkları alabileceğimiz bir yer.
Sadece Fransızca yazılmış yiyecek seçenekleri “çeviri” uygulaması ile Türkçeleştirip okumaya çalışıyoruz. Sıcak şarap 3 Euro. Tarte Flambee, pizzanın sanki Fransız versiyonu 8-9 euro ve doyurucu. Bardaklar depozitolu, aman dikkat atmayın. 1-2 euro arası içeceklerin bardak depozitosu.
Kentin meydanı otele birkaç dakika. Hemen ulaşıyoruz. Noel pazarı meydanda yer alıyor ama tüm kulübeler kapalı. Sadece sıcak şarap, patates ve bir kaç yerel yemek veren ayaküstü yenilebilecek bir yer açık. Hemen sıraya girip karnımızı doyuruyoruz. Soğuğa rağmen boş sokaklarda bizim gibi zamansız bir kaç turist ile biraz turluyoruz. Gerek saat farkı, gerek yolculuk, gerek soğuğun etkisi ile çabuk yoruluyoruz otele dönüşle beraber günü erken bitiriyoruz.
Saat farkı ve yol yorgunluğu ile olsa gerek, gece yarı uykulu yarı uykusuz geçiyor. Sabah 8’de kahvaltıya iniyoruz. Kimseler yok daha kahvaltıda, herkes hala uyuyor. otelimizde kahvaltı almayacaktık ama bugün Noel tatili nedeniyle hemen her yer öğlen açılacakmış. Belki açık bir iki kafe vardır ama sabah soğuğu ve şehri henüz hiç tanımıyoruz. Kafe aramaktansa, bugün otelde sıkı bir kahvaltı yapmak en iyisi.
İklime ayak uydurmak ve Noel pazarları ertesi günü kapanacağı için bugünü tamamen Mulhouse‘a ayırdık. Kentin turizm sitesine göre pazar 12.00’de açılacak. Mulhouse, Basel ve Colmar arasında bulunan bir şehir. Bu iki şehre göre konaklama daha ekonomik. Tabii ekonomik derken, eğer bizim gibi Basel, Colmar ve Strasbourg’a tren ile günübirlik gidip dönmeyi planlıyorsanız tren biletlerinin fiyatlarını dikkate almanız gerek. Fransa’da trenler pahalı. Araba kiralamak daha ekonomik olabilir. Ancak birkaç hafta önce birkaç arkadaşımız burada araç kiralamışlar. Kalabalık nedeniyle uzun trafik konvoyları ve pahalı park yeri sorunlarından bahsedince vazgeçtim. Ayrıca kar, kış ve benim gibi karda, kışta araba kullanma tecrübesi olmayan biri olunca araba kiralamak pek cazip gelmedi.
12.00’ye dek gardan başlayıp kentin içini turlamaya başlıyoruz.
Tüm dükkanlar hala tatil. Bazen bazı cafeler açık. Saat 12 olunca -isteksiz- açılan dükkanlar ile beraber, kalabalık da artıyor. Müzeler bile kapalı.
Boş sokaklarda, tam gezmekten yorulduk derken merkeze geldik ve meydandaki pazar açılmış.
Kısa bir sokak lezzeti araştırma turu sonrası kararımızı kıvırcık patates, balık ve beyaz şaraptan yana kullanıp kısa bir mola veriyoruz.
Sıcak beyaz şarap 3 Euro, patates ve balık ise 9 Euro. (Bardak depozitosunu unutmayın! +1 Euro)
Kentte en çok hoşumuza giden, kullanılan “kumaş teması”.
Her yerde kumaş kaplamalar, tek kullanımlık bardaklar, süslemeler, saksıların kaplama süsleri bile kumaş.
Tümü, bu yılın belirlenen temasının desenleri ile kaplı.
Kentin turizm sitesine göre “Kentte duvar resimleri safarisi yapabilirsiniz.“ diyor ama biz az görebildik.
Geziye yine bir kahve molası ile araladık. Ben yer bulup üzerimdekileri çıkarmaya çalışırken, Ayşegül, kafenin garsonu, kasiyeri, bulaşıkçısı, kısacası her şeyi olan arkadaşa sipariş vermeye çalışıyor.
Arkadaşta İngilizce hiç yok. Ben menüyü QR kod ile hazırlayıp Ayşegül’e veriyorum. Ayşegül gülerek masaya geliyor. Arkadaş hangi kahve olduğunu menüyü Fransızcaya çevirtip Ayşegül’ün sipariş ettiği kahvelerin yerine bakarak anlamış. Arkadaş siparişleri getirdi. Yerine tezgahın arkasına giderken bizim masayı topladı üzerinde bizim kenara çektiğimiz diğer müşteriden kalan kahve fincanlarını topladı. Başka masadan sipariş aldı (bir yere not almadan) tezgahına gitti bulaşıkları yerleştirdi, siparişleri hazırladı… Adamı izlerken biz yorulduk. Tüm bunları, hatta fazlasını sakinlikle ve yüzündeki gülümseme silinmeden yaptı.
Hadi artık diyoruz birbirimize, mola yeter. Dışarısı kalabalıklaştı. Gezimizi çemberi önce genişlete genişlete sonra yine merkeze dönerek bitiyoruz. Hava kararmaya ve soğumaya başladı.
Isınmak için sıcak şarap ve kestane ile kısa bir mola veriyoruz ışıklı ağacın altında. Küçük boy kestaneler 200gr için 5 Euro.
İki katlı eski bir binaya (Sociate Industrielle de Mulhouse) yansıtılan lazer ışıkları ve müzikle yapılan hem görsel hem işitsel güzel bir gösteri ile günü bitiriyoruz.
Televizyonda ve internette görmüştük benzer gösterileri. Önce son birkaç dakikasına yetiştiğimiz sandık ama 2 dakika sonra aynı gösterinin tekrarını izleyebildik. Belirli saatler tekrar eden 10 dakikalık bir gösteri. İlk defa yerinde izledik.
Artık dinlenmeye ve yarınki Colmar için ders çalışmaya.
Colmar …
Güneşli ama soğuk bir hava dışarı çıktığımız an iki İzmirli’yi zımba gibi yapıyor.
Yine “Robocop” gibi giyiniyoruz. (Gün içinde ise bazen 1-2 kat çıkarıyoruz) .
Gara girdiğimiz an bilet makineleri bize merhaba diyor. Neyse bu defa dokunmatik makineler, kullanımı daha rahat Ayşegül her sayfayı en küçük yazısına detayına dek okumaya çalışıyor. Ben ise daha hızlı geçmeye çalışıyorum. Gereklileri seçe seçe ekranı parmaklıyorum ama Ayşegül’ün içi rahat olmaz ki. Sayfaları, iki ileri bir geri şeklinde yine okuyor. Sonunda biletleri alıyoruz.
Tren saatine dek kahvaltılıklarımızı alıp bekliyoruz.
Sade kruvasan 1.90 Euro, ama en pahalısı bademli olan ise 2.60 Euro. Kahveli menüler 4-5 Euro arası değişiyor.
Colmar’a dek yol yarım saat kadar sürüyor. Ayşegül için bir yer bulduk ama ben ayakta giderken yabancılık çekmedim. Toplu ulaşımın sıcak ve samimi(!) ortamı çok rahattı(!).
İnince ise o kalabalık nereye gitti bir anda anlamadık.
Gardan çıkınca küçük bir meydan ve süslenmiş ağaçlar bizi karşıladı.
Kent merkezine giden park yolu, Noel ve yılbaşı için süslenmiş.
Güneşin ışınları ısıtmıyor ama hava pırıl pırıl. İçimizi psikolojik olarak ısıtıyor. Hedefimiz ilk olarak gara en uzak nokta olan “Little Venice”‘e yürümek. Sonra yavaş yavaş akşamüstüne kadar tüm merkezi bitirip gara dönmek.
Süslü sokaklar yavaş yavaş kalabalıklaşıyor. (İlerleyen saatlerde sokaklarda zaman zaman omuz omuza yürüdük. Sanki Kemeraltı Çarşısı)
Frederic Auguste Bartholdi. Amerika New York’daki Özgürlük Heykeli’nin tasarımını yapan heykeltıraş, Colmar doğumluymuş. Doğduğu ev müzeye çevrilmiş. Bartholdi anısına Özgürlük Heykeli’nin 12 metrelik bir kopyası Colmar da bir kavşakta yer alıyormuş. Merkezden 3 km uzakta olunca göremeyiz.
Heykele gitmek isterseniz kaldırımlara yerleştirilmiş heykelin yönünü gösteren işaretleri takip edebilirsiniz.
Küçük Venedik’e giderken önümüze “The Village Hansi & it’s Museum” geliyor. Colmarlılar için önemli bir sanatçı olan, Jean Jacques Waltz’ın müzesi. Hansi adıyla bilinen karikatüristin evi. Şimdi müze kapalı ama alt katında bulunan market noel ve yılbaşı için açık.
Hediyeliklerle dolu markette en ucuz 4 Euro’dan başlayan buzdolabı süsleri ve daha pahalı yöresel her şey var neredeyse. Herkese, her keseye uygun fiyatlar..
Birkaç hafta önce Colmar’a gelen arkadaşlarımız, aşırı kalabalıktan yakınmışlardı. Noel pazarları açık ve kalabalık da aynı bıraktıkları yerden devam.
Bir pazar tezgahından çok güzel keyifli sıcacık “sebze çorbası” aldık. Üstelik tezgahtar amcadan muhtemelen Fransız iyi sözler(!) işiterek. Sipariş vermek için bir kaç defa kendisine İngilizce -hatta Türkçe- “Pardon” dememize rağmen sepete ekmek koyma işini bir kaç saniyeliğine bırakıp bize cevap vermeden önce işini bitirdi. Sabrımızdan ötürü bize sevgilerini(!) Fransızca olarak ileterek siparişimizi aldı. (Oğlumuz Arda hep söyler. “Bu Avrupalılar pratik değil. aynı anda iki iş yapamaz” diye. Haklı. Türkiye’de olsa bizim tezgahtar amca, hem ekmeği sepete dizer hem size menüyü sayar, hem siparişi alır hatta siparişi hazırlarken sekiz sipariş daha alır. Size çorbayı verir parayı alır vs vs vs.)
Yılbaşı veya noel nedeniyle olsa gerek binalar değişik yaratıcı şekiller de süslenmiş
Küçük Venedik denilen bölgeye ulaşıyoruz. Kişi başı 9 Euro’ya kanalları botlarla gezebiliyorsunuz ama botlara binmek için sıra var ve daha öğle tatilinde olan botların çalışmasına yarım saat var. Zaten hava soğuk. Bot turuna hiç niyetimiz yok ama yolumuz baharda düşerse “yapılacaklar” listemize ekliyoruz.
Çok fazla Türk turist var ki sık sık Türkçe duyuyoruz. Köprü üzerinde “Birine fotoğrafımızı çektirelim.” diye Türkçe duyunca, “Ben çekeyim sizi!” diye Türkçe cevaplıyorum. Ben onların, onlar da bizim fotoğrafımızı çekiyor.
Kentin diğer ucuna dönüş yoluna başladık. Karnımız doyurmak için ben La Marche Couvert de Colmar’dan (Colmar kapalı pazarı) yana oyumu kullanıyorum. Ayşegül ise karşısındaki alanda Noel için kurulu, açık pazardan yana oyunu kullanıyor. (Tabii demokrasi var bizim ailede) ikiye karşı bir oyla kaybediyorum. (Yanlış yazmadım, iki kişiyiz, ikiye karşı bir oyla kaybettim.) Açık pazar alanı çok kalabalık Ayşegül siparişi vermek için kuyruğa giriyor. Ben ikimize yer bulabilmek için kalabalık içerisinde dolaşıyorum. 2-3 tur atıyorum ama imkansız.
Kurulu çadırın altında değil masa başında ayakta yer bulabilmek hatta yürümek imkansız..
9,5 Euro’ya aldığımız Poelee de Spaetzle ve 3.5 Euro’ya aldığımız kırmızı şarabımızı çadırın dışında bulduğum tahta paletleri masa yaparak yiyoruz. Bizim ev makarnasına benzeyen bir tadı var. Mantarlı ev makarnası bence 🙂
(Bardakların depozitosunu aman unutmayalım. 2 Euro.)
Noel ve yılbaşı için kurulan açık pazarın karşısında yer alan “La Marche Couvert de Colmar” kapalı pazar için enerjimizi aldık.
1865’de yapılan bu kapalı şarküterinin dışının tek düzeliğini bozan sadece bir köşesinde yer alan akmayan çeşme.
İçeri girince içimiz ısınıyor. Temiz, kalabalık ama düzenli tezgahların bulunduğu şarküterinin fiyatlarına bakıyoruz. Fransa ve Türkiye’deki “asgari ücretlinin” alım gücü ile kıyaslamaya çalışıyoruz. Fransa’nın, asgari ücretin düşük ama hayatın pahalı olduğu bir ülke olduğunu biliyoruz. Fransa’nın nüfusu 68 milyon. Ücretli çalışanlar içinde, asgari ücretli çalışan oranını sorduk Google’a. %8 dedi bize. Aynı oran, bizde resmi verilere göre %38 ve nüfusumuz yaklaşık 85 milyon. Her tezgahtaki ürünlerin fiyatı ile hesap kitap yapıyoruz tatilde olduğumuzu unutup.
Klementin Mandalina kilosu orada da pahalı 3.20, mandalina kilosu 1.30, nar 2.55, armut 2, elma 1.55, kaki (Trabzon hurması) 6.20 euro…
Pazı İtalya’dan geliyormuş 2.90, brokoli 1.5 Euro. Telefonun interneti burada çok zayıf sinyal alabildiği için Google çeviri ile değil yerlerine göre veya İngilizce çağrışımlarına göre etiketleri çözümlemeye çalışıyoruz.
Masa başında oturup hem dinlenebileceğimiz hem atıştırabileceğimiz küçük tezgahlar burada da varmış. (dışarıda soğuk ayakta yemek yerine… keşke oylamayı ben kaybetmeseydim 2’ye karşı 1’le)
Peynirleri 1 kg’lık porsiyonlar yapmışlar. 6,80 euro
Pahalı bir ürün var, sığır fileto kilosu 58.26 Euro.
Yeniden kalabalık sokaklara dönüyoruz. Gün ilerledikçe kalabalık artmış iyice.
Belli bir nokta belli bir zaman sonra sokaklar, mağazalar aynı olmaya başlıyor. Bazen de karşınıza ilginç bir yer çıkıveriyor.
Bir sanatçının 400 kg çikolatadan 380 saatte yaptığı Bugatti marka otomobil modeli dikkatimiz çekiyor. Belçika’da çokça gördüğümüz çikolata heykeller objeler aklımıza geliyor dalıyoruz içeri, meğer çikolata müzesiymiş. Müzeye girmeden satış mağazasına bakıp çıkıyoruz.
Kalabalığa karışıyoruz. Yılbaşı veya Noel tatilini değerlendiren bizim gibi turistler ile dolu sokaklar, caddeler de sakin sakin omuz omuza yürüyoruz, zaman zaman boşluklar olsa bile…
Artık mola verme zamanı. Ayşegül ilginç bir yer okumuş. 90’lı yaşlarda olan bir çiftin işlettiği hatta aktif olarak çalıştıkları “Au Croissant Doré”
Güzel havalarda kapının önünde de oturulabiliyor. “Günün her saati kalabalık oluyor.” diye okumuş Ayşegül. Girerken yorgunluk ve tuvalet ihtiyacı yüzünden kendimizi içeri attık. Hatta kısa da olsa bir kuyruk vardı o anda. Çıkınca dışarıdan çektim artık mekanın fotoğrafını.
Sahibi amca, yaşının ve herhalde rahatsızlığının da etkisi ile hafif titrese de yüzünde gülümse le servise bizzat yardımcı oluyor.
Fiyatlar yiyecekler için 9.5 Euro ile en pahalısı 12.90 Euro tartlar. Kruvasanlar ve kekler ise 1.60 ile 3.30 Euro arası. Kahveler 2 -6 Euro arası değişen fiyatlar.
90’lı yaşlarındaki sahibesi teyze de bizzat servise yardımcı oluyor elbette.
Artık akşamın karanlığı ve soğuğu havaya iyice hakim olmaya başladı. Gara kadar yürüdüğümüz yoldaki süslemeler hoş olsa bile bizi ısıtmıyor.
Strasbourg …
Strasbourg, kaldığımız Mulhouse’dan trenle 1 saat uzaklıkta. Tren bileti gidiş dönüş iki kişi için bugüne kadar ki en pahalı tren yolculuğumuz oluyor. Canımızı baya acıtıyor doğrusu. Biraz havasından, biraz yorgunluktan (biraz tren bileti ücretinden) olacak çok tadımız yok. Strazburg’un büyüklüğünü de düşününce yol boyunca şehrin hakkını verip veremeyeceğimiz düşündük. Ayrıca iki gündür Arda ve kız arkadaşına aldığımız kartpostalı hala postalayamadık. Fransa dışında posta atmak isterseniz sadece postaneler postayı kabul ediyor. Oysa Belçika’da yurtdışı için olan pulu bir dükkandan alıp kartpostala yapıştırdık ve neredeyse her köşede gördüğümüz kırmızı posta kutularından birine atmıştık. Postane aramak zorunda kalmadık. Postaneyi de rotaya ekliyorum. rotamız ilk başlangıç noktası “Petite France”.
Trenden inince büyükşehir havasını hissediyorsunuz. Kalabalık ve karmaşa soğuk hava ile birlikte yüzünüze vuruyor hemen.
Gar binasının gerek arka gerekse ön cephesi cam bir fanusun içine alınmış. biz çok rahatsız olmadık ama düşünüyoruz doğru bir koruma yöntemimi mi? Estetik mi? Gişeden çok, bilet makineleri var.
Dışarıdan sanki akvaryum gibi bir gar binası.
Hava yine yağmurlu gibi. Yağmurlu değil, gibi de değil. ince ince sanki tükürür gibi yağmur atıştırıyor. Şemsiye açsan açılmaz, Kapüşon işe yarar mı yaramaz mı? bir garip hava…
Noel pazarları artık kapanmış. Sadece süslemeler kalmış etrafta.
Bu kez elimle koymuş gibi her yeri bulabilirim. Bir saat süren tren yolculuğunda rotamızı iyice ezberliyorum. Asıl önemlisi, kartpostal. İki gündür yanımızda. Hala bir postane bulamadık. rotamızı postaneye göre oluşturuyoruz bu defa. Ama önce hemen yakınımızda “Petite France”ilk durağımız.
Nehrin kollarının etrafını saran eski evler ama iyi korunmuş veya aslına sadık kalınarak yeniden yapılmış. Bir zamanlar yoksulların semti olan semt şimdi turizm sayesinde sınıf atlamış.
Yağmur bildiğimiz yağmura dönünce fotoğraf çekemez oldum. Bir elimde şemsiye bir elimde telefon kendimi Japon turistler gibi hissetmek istemiyorum. Zaten fotoğraf çekmeyi de azalttım. Mesleki deformasyon sonra beni yine esir alıyor. Daha az fotoğraf daha çok seyreyle gözüm.
Yağmurlu ve kasvetli havanın etkisi ile biraz hızlı bir çevre gezisine dönüyor “Petite France” çabucak çıkıveriyoruz alandan. Şimdi postaneye, sonra kentin ana meydanına. Sonunda kartpostalı göndermeyi başardık. Şimdi yavaş yavaş merkeze Notre Dame Katedrali’ne doğru gidiyoruz. Planımız kısıtlı zamanımız olduğu için meydandan kalkan küçük gezi trenine binip hızlı bir tur yapmak.
“Notre Dame” deyince hemen aklımıza Victor Hugo, Notre Dame’nin Kamburu geliyor. Notre Dame, Franszıca “bibim kadınımz “demekmiş. Her iki katedralde Hz. Meryem’e ithaf edilmiş. Yani Paris deki “Notre Dame “ile adaş. Qusimodo burada değilmiş 🙂 Katedrale çıkna sokaklar nedense inanılmaz kalabalık. Duvarlarında yüzlerce heykel olan ve Dünya’nın en yüksek altıncı bu kilisenin yapımı 434 yıl sürmüş (1015-1439).
Dışarıdaki ihtişamı -bana göre- içeride sadeliğe bırakıyor kendini.
İçeride -bana göre- en ilginç olan ise “Astronomik saat. Çok estetik ve bir o kadar ilgi çekici. Rönesans sanatçıların 1574 yılına yaptığı saat, yılları, ayları haftaları günleri değil sadece, gezegenlerin hatta takım yıldızlarının yörüngelerini de gösteriyor. Üç kralın saati de denilen bu ahşap ve taştan yapılan bu olağan üstü estetik takvim aslında her ayrıntısı üzerinde uzun uzun izlenmeli bana göre ama kalabalık buna pek el vermiyor.
Bir rivayete göre, Gotik mimarinin en önemli eserinin Çan kulesi 1789 da Fransız Devrimi sırasında yıkılmaya çalışılmış. Kimliği bilinmeyen biri ise çan kulesine bakırdan bir horoz rüzgar gülü takmış ama bu heykel sonra zamanla kaybolmuş (Trenle gezerken kulaklıktan dinlediğimiz hikaye öyle diyor…)
Hazır meydana gelmişken tren turunu bekliyoruz.
Treni beklerken ilginç şehir detayları var yine Arkeoloji Müzesi’nin, bu yağmur tahliye boruları gibi.
Katedralin karşı komşu binası, Arkeoloji Binası.
Arkeoloji binasının önü trenin ilk ve son durağı.
Yetişkinler için fiyat 8 Euro. 15 kişi grup olursanız lütfedip 1 Euro indirim yapıp 7 Euro yapıyorlar fiyatı. 14 yaşından küçüklere ücretsiz. Bir tur 45 dakika sürüyor. Kulaklıktan Türkçe’nin de olduğu önceden kaydedilmiş rehber ses sizi anlık bilgilendiriyor.
Üç tarafı camla kaplı vagonların içinden gezerken kulaklık sesini zaman zaman bastıran arkamızda oturan İspanyol ailenin konuşmaları oluyor. (Daha doğrusu hiç susmadılar da, sesleri ara sıra yükseldi desek daha doğru)
https://petit-train-strasbourg.fr/?lang=en
Bu arada karnımız acıkıyor artık. Ayşegül “soğan çorbası” diye sayıklıyor ama Alsace bölgesinde soğan çorbası pek tüketilmezmiş. Karım kafasına koydu illa soğan çorbası… Alışveriş yaptığımız tezgahtara soruyor, “soğan çorbası nerede içeriz? diye” Çocuğunun bakıcısının Türk olduğunu da anlattığı bu samimi arkadaş bize bir yerler tarif ediyor. Bakalım kalabalık sokakları geçip bulabilecek miyiz?
Sonunda restoranı buluyoruz ve 6,90 Euro’ya soğan çorbamızı içiyoruz.
Hava bulutlarında verdiği kapalılıkla saat 16 gibi kararmaya başlıyor. Strasbourg’un merkezinin daha 3’te birini anca dolaşabildiğimizi düşünüyoruz. Şehir büyük ama zaman az. Dönüş için gara doğru giderken ışıklandırılmış Notre Dame’ın önünden bir daha geçiyoruz.
Kalabalık sokaklar soğuk ve ara sıra yağmurlu bir hava sonrası gara ulaşıp, tren saatini beklerken yorulduğumuzu anlıyoruz.
Tren saatinde kalkıyor ama asıl sürpriz bundan sonra. Daha bir istasyon gitmiştik ki tren istasyonda biraz fazla beklemeye başlıyor. Yapılan Fransızca anonsundan “teknik” kelimesini bulup “teknik arıza ” nedeniyle galiba bir süre bekleyeceğiz” çıkarımında bulunuyoruz. Bekleme artıyor sabrımız yorgunluğun etkisi ile iyice tükeniyor derken başka bir anons… Herkes söylene söylene ayağa kalkıyor. Arkamızda oturanlara ne olduğunu soruyorum. Neyse ki İngilizce cevap veriyorlar. Tren değiştirecekmişiz. Trenimiz arızalı imiş.
Kalabalığı takip ediyoruz, treni buluyoruz ama kapılar da herkes. Gözümü karartıyorum. Trenin ön vagonlarına gidiyoruz. binmek için bekleyen yok.
Vagon 1.sınıfların vagonu. Kontrol olursa ne yapacağız diye -haklı- endişesi var Ayşegül’ün. Arıza nedeniyle mağdur olan biziz, onlar düşünsün diyorum. İç sesimin tüm itirazlarına rağmen. Gel gör ki yorgun ayaklarım iç sesimi dinlemiyor. Neyse, Kontrol olmadan Mulhouse ‘a vardık yumuşacık geniş rahat koltuklarda -ufaktan da diken üstünde :)-
Basel…
Bu defa pırıl pırıl ama çok daha soğuk bir güne merhaba diyoruz Mulhouse da. Doğru gara. Hedef Basel. 22 dakika sürecek tren yolculuğu ile ülke değiştiriyoruz. Basel’e ikinci defa merhaba diyorum. Yıllar önce bir çekim için Basel’e gelmiştim. Şehir ile bir ön tanışma olmuştu benim için. Beklentimiz fazla değil Basel’den. Ufak bir harita üzerinde şöyle bir bakınıyoruz gezebileceğimiz yerleri tespit ediyoruz.
Gar da, Basel Havaalanı gibi iki ülke için ortak. İki gümrük binasının yanından geçip gidiyoruz durmaksızın.
Basel gar binası diğer günler gördüklerimizden daha farklı.
Oldukça sade ama sanki daha kozmopolit bir havası olan bir yer daha çok. İsviçre özellikle vergileri yüksek bir ülke olduğu için burada çalışanlar genellikle Fransa veya Almanya da yakın kasabalarda ev tutuyorlarmış. Bu nedenle Gar’da günün her saati biraz daha fazla yoğun bir trafik oluyormuş.
Dışarı çıktığımız da güneş bizi değil ama kendini ısıtan bir eda gökyüzünde parlıyor. Eski Basel’e yine yürüyerek gideceğiz. Yol çok kolay. Basel’in merkezine varıyoruz bile yarım saat içinde. Kırmızı tuğla taşından yapılmış “Basel Belediye Binası” kentin merkezi.
Tam önünde ise pazaryeri kurulu. Bildiğimiz sebze-meyve pazarı.
Şaşırdım. Şevketi bostan otu, enginar… Buralarda göreceğimi sanmadığım otları videoya çekeyim derken bir yandan Ayşegül’e şaşkınlığımı ifade etmeye çalışıyorum. Önümden geçen bir kadının Türkçe seslenişi ile duruyorum. Türkiye den geldiğimizi -benim yaygaramdan- anlamış olmalı ki, “Neredensiniz?” diye soruyor. “İzmir” deyince bize başka bir sıcak davrandı. Kendimiz geziyoruz deyince ise çok sevindi. ne güzel gençler(!) gezin diye. Ayaküstü, bir yandan konuşup bir yandan bize rehberlik yaptı 20 dakika içinde.
Önce “Belediye binası” olduğunu O’ndan öğrendiğimiz bu görkemli kırmızı bina içinde bir tanıdığının olduğunu, hatta bize rehberlik edebileceğini söyleyip daldı binanın içine. Bizim “durun, gerek yok, zahmet olmasın…” cümlelerimiz havada kaldı. Neyse ki tanıdığı o an orada değilmiş. Bu nedenle hem kent hakkında hem bilgiler vermeyi, hem kendi hakkında bilgiler vermeyi sürdürüp bir yandan onunla yürüyoruz. Çok uzun yıllar önce Türkiye’den gelmiş.
Bize kenti yüksekten görünebileceği seyir mekanı ve gezilerin başlangıç noktası, “İkiz Kuleli Basel Manastırı’na” kadar eşlik ediyor. Arkadaşı ile buluşmak için acele etse de aklının bizde kaldığı belli ama burada vedalaşıyoruz kendisiyle.
Rengarenk kiremitleri ile de ünlü Manastırın Avlusu’ndan geçip nehre bakan arka kısma geliyoruz.
Ren Nehri kıyılarında kurulu Basel Şehrini selamlıyoruz.
İki kıyı arasına gerili bir tel ve telin yardımı ile iki yaka arasında gidip-gelen “dolmuş tekne” akıntıya kapılmadan rotasını izliyor.
Adı bizde saklı, Basel’de yaşayan teyzenin çizdiği rotayı takibe başlıyoruz. İlk hedef Ren Nehri üzerindeki Basel Orta Köprü’ye doğru, 1700lerde hatta 1300-1400’lü yıllarda yapılan evlerin olduğu (elbette aslına sadık kalınarak yenilenen) sokağı takip ediyoruz.
Yolumuz üzerinde farklı çeşmeler de varmış. İlki hemen önümüze çıkıyor.
Sokağın sonunda ulaşmayı beklediğimiz yere Tarihi Orta Köprü’ye varıyoruz.
Köprünü üstünden görülen karşı kıyılar şehrin en kalbur üstü kesimlerindenmiş.”Klein Basel” denilen bölgenin bir kısmı.
Görünen karşı kıyıya geldik de gelmesine, sıra sıra evlerden başka hareket yok. Görünen yerlerin arkasında kalabalık, hareketli bir meydan var ama bir molaya ihtiyacımız var acilen 🙂 Yeniden diğer tarafa geçip bir kafeye atıyoruz kendimizi. Molamız sırasında Basel’i en azından gördüğümüz kadarıyla pek hoşlanmadığımızı düşünüyoruz. Üstelik çok pahalı ve Euro her yerde geçmiyor. Nakit İsviçre Frankı’mız yok. Bu nedenle kredi kartı kullanmak pek cazip değil. Yakınımızda 1400’lü yıllardan kalmış “Eski şehrin giriş kapısı olan üç kapıdan biri Spalentor” var.
Caddenin 1975 yılında çekilmiş bir fotoğraf bir mağazanın vitrininde duruyor.
Çevreyi çok değiştirdikleri (!) hemen göze çarpıyor.
Artık eski şehre girmek için kapıdan da geçtiğimize göre sokaklara dönebiliriz. Ara sokaklardan ana caddeye doğru yürüyoruz..
Kapı zili ilk bakışta fark edilmiyor.
Kapının üstünde evin yapım tarihi var. 1300! Gergedan ne alaka? Biz de bilmiyoruz. Çok katlı bir binanın altında bir çeşme.
Bazen ara sokakların duvarlarında sürprizlerle karşılaşıyoruz.
Ana caddeye paralel veya kesen sokaklar üzerinde kafeler ve dükkanlar içinde bize en ilginç geleni. Bu tarz eski çay evlerinden en eskisi. 1896 yılından günümüze…
Sanırım içinde yüzlerce çeşit çay var. Tadım yapılmıyor ama paketlerin önünde duran küçük kutulara biraz numune çay koymuşlar. İlgili paketin içindeki çayı koklayabiliyorsunuz.
Artık ana cadde de kalabalığa karışıyoruz. Yolumuz üzerinde “Tinguely Brunnen Çeşmesi”ni de görüp Basel’i geride bırakıyoruz.
Güneş, yol boyunca saklanıyor bizden sabahın aksine. Artık son gecemiz için otelimize Mulhouse’a dönüyoruz.
Kentin meydanında günlerdir yer alan pazarlar kapanmış. Sokaklar boşalmış…
Bu gelişimiz bir giriş olsun Alsace bölgesine. Gelişme ve sonuç almak üzere başka bir bahara görüşmek üzere.
Dipnot Bu blog içeriği, yalnızca yaratıcısının izniyle kullanılabilir ve kopyalanamaz